KÜÇÜK GEZGİN KOPENHAG’DA Bölüm-3-
KOPENHAGDA GEZİLECEK YERLER
Kopenhag seyahatimize dair yazıları istemesem de bölmek zorunda kaldım. Baktım yazması bu kadar zaman aldı, okuması kim bilir ne kadar sürecek diye düşündüm. En iyisi mi, ben yazarken daraldım bari okuyan daralmasın dedim. Parçala, böl, yönet mantığıyla işte Kopenhag Maceraları, Kopenhag Bölüm-1- ve Bölüm-2- ‘den sonra Bölüm -3- ile Kopenhag defterini kapatıyorum. Hayırlı uğurlu olsun efendim:)
1. Tivoli Bahçeleri
2. Deniz Kızı Heykeli
3. Kastellet
4. Amalienborg Sarayı
5. Marble Church
6. Nyhavn
7. Stroget ve Kobmagergade
8. Rosenborg ve Botanik Bahçe
9. Agnete ve Deniz Adamı heykeli
10. Christiansborg
11. Christiana
12. Church of our Saviour
13. Round Tower
Görülecekler listesindeki ilk 7 yer, Küçük Gezgin Kopenhag’da Bölüm-2-‘de … O zaman kaldığımız yerden devam…
KOPENHAGDA GEZİLECEK YERLER
8. Rosenborg ve Botanik Bahçe
Bizim Kopenhag’da görmekten en çok keyif aldığımız yerlerden biri olsa da, hava karardığında ki Kopenhag’da kış aylarında hava neredeyse öğlen üç buçukta kararmaya başlıyor, bahçenin ışıklandırmasının yeterli olmaması biraz ürkütücü olabiliyor. 1600’lerin başında kraliyet ailesine yazlık olarak hizmet vermesi için kurulmuş olan bu kale, kurulduğundan beri iki kez kraliyet ailesinin daimi adresi olmuş. Bunlardan biri Christiansborg Sarayının yanması, bir diğeri de 1801’deki İngiliz saldırısında.
Kale, etrafındaki gölet ve içinde bulunduğu bahçe ile insanların sadece turistik amaçlı ziyaret ettikleri bir yer değil. Şehirde yaşayanların da gelip banklarda oturduğu, güneşin batışını izlediği bir park aynı zamanda. Biz gittiğimizde askerler nöbet değiştiriyordu. Soğuğa rağmen banklarda Küçük Gezginle ufak bir piknik yapıp, göletteki ördekleri besledik. Küçük Gezgin ördekler, yeşillik, piknik derken mest oldu tabii:) Kongen’s Have/King’s Garden olarak adlandırılan bahçede pek çok heykeli de görmek mümkün. Sarayın içine girdiğinizde kraliyet ailesine ait mücevherler ve tabloların her biri birbirinden ilgi çekici.
Bahçenin içindeki heykeller, bahçenin kendisi ve Rosenborg Sarayının etkileyici görüntüsü gün batımında daha da bir farklı görünüyor. Karanlık çöktüğünde neredeyse ürkütücü bir görüntüsü olan sarayın içinde bulunduğu bahçede biz Küçük Gezginle çok güzel vakit geçirdik. Bence siz de bizim gibi hava aydınlıkken gidip bahçede ve sarayda güzel vakit geçirin ama güneşin batışını da mutlaka burada izleyin. Gökyüzünün rengarenk yansıması sarayın üzerinde bir tablo görüntüsü yaratıyor.
9. Agnete ve Deniz Adamı Heykeli
Christiansborg sarayına giderken High Bridge/ Hojbro köprüsünden geçerken sevgilim kanalın içindeki heykelleri gördü. Gitmeden önce şehre dair ufak tefek araştırmalar yapmıştım elbette ama seyahati yapıp yapamayacağımız son ana kadar sallantıda olduğu için çok da gecelerimi bilgisayar başında geçirmedim ne yalan söyleyeyim. Bu ayrıntı gözümden kaçıvermiş.
Neyse benim gözümden kaçan sevgilimin gözüne tesadüf eseri takılmış oldu. Oldu da lafı da koyuverdi rehberliğime dair. Hayat böyle işte, fazla alıştırmayacaksın her şeye:) Hem yıllardır bedava rehberliğini yap, hem de bir ayrıntıyı atladım diye yerden yere vurul! Olacak şey değil:) Neyse girdik, araştırdık tabii… Ne ilk gören bizdik bu heykelleri ne de son olacaktık ve elbette ki bir hikayesi vardı.
Bir Danimarka halk efsanesinin ürünüydü bu heykelcikler. “Agnete and the Merman” Efsanesine göre güzeller güzeli köylü kızı Agnete, bir denizin altında yaşayan bir adama(deniz kızının deniz adamı versiyonu diyelim) aşık olarak onunla su altında yaşamaya karar verir. Yedi erkek çocuk doğurur ancak su üstüne ve ailesine olan hasreti o kadar ağır basar ki, bir gün kilisenin çalan çanlarını duymasıyla köyüne gitmesi bir olur. Gidiş o gidiş tabii. Annelerini özleyen çocukların ve kocasının umutsuzca Agnete’yi bekleyişlerini anlatan bu heykelcikler bir anne olarak beni vurdu! Agnete’ye neler dedim neler hiç anlatmayayım:( Ana yüreği işte, efsanenin kahramanına bile kızabiliyorsun. Hormonlar böyle istiyor, elden ne gelir:)
Kopenhag’ın en az bilinen sanat eserleri olarak lanse edilen heykelcikler, Hojbro Köprüsünün hemen yanındaki Slotsholm Kanalı’na gözlerinizi kısıp da dikkatlice baktığınızda görebileceğiniz yapılar. 1992’de yapılmış olan ve Agnete’nin hazin terkedişinin sonunda kollarını açarak bekleyen ailesini anlatan heykelcikleri mutlaka görün derim. Hikayenin detaylarını kabuslar görmesin diye Küçük Gezgin’e anlatmadım tabii… Bence sizde anlatmayın!
10. Christiansborg Sarayı
Kopenhag’ın en gösterişli yapılardan biri olan Christiansborg Sarayı, küçük bir ada olan Slotsholmen’ın üstünde yer alıyor. 2km uzunluğunda bir kanalla çevrili olan ve üzerinde 8 köprü bulunan bu kale adacığındaki saray aynı zamanda Danimarka Parlamentosunu, Anayasa Mahkemesini ve bakanlıkları, Kraliyet kütüphanesini da bünyesinde barındırıyor. Bölge genel olarak güzel. Aynı bölge içinde Hojbro Köprüsünü ve tüm bu yapıları görmek mümkün. Saray ve çevresinde bulunan her bir bina Borsa Binası, Kraliyet Kütüphanesi, tiyatro müzesi gibi yapılar bu küçük adayı turistlerin uğrak yeri haline getirmiş.
Kopenhag’ın ilk kalesi olan Absalon’s Castle 1167’de Slotsholmen (The Castle Islet)’in üstüne kuruluyor. Zaman içinde kuleler ekleniyor, binalar ekleniyor sonra kale yıkılıyor. Hala kalıntıları bugünkü sarayın altında yer alıyor. Yenilenen kısımlarıyla yapılan saray da yüzyıllar boyunca yangınların ve zamanın üzerinde bıraktığı izlerden dolayı pek çok kez elden geçmek zorunda kalıyor. 1924’te baştan yaratılmış desek daha mı doğru olur!
Tabii bu yangınlar kraliyet ailesini de bezdirince aile sarayı terk etme kararı alır. Bugün devlet işlerinin halledildiği, pek çok önemli kurumu içinde barındıran bir kompleks haline dönüşür. Christiansborg’un kulesi, Kopenhag’ın en yüksek kulesi olarak da tarihe geçmiş durumda. Biz Küçük Gezgin ile kafamızı bir oraya bir buraya çevire çevire bir hal olduk. Birden çok güzel binanın ortasında kalınca insan nereye bakacağını da şaşırıyor.
11. Christiana
Christiana, Kopenhag’ın içindeki bambaşka bir dünya. Şehrin Christianshavn bölgesine geçtiğiniz anda sosyo kültürel yapısının da değiştiğini görmek mümkün oluyor. Christiana da, bu bölgenin ve Kopenhag’ın 1970’lerden kalma görüntüsü ve isyankar tavrıyla insanın mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer. Christianshavn Kopenhag’ın merkezinden çok farklı bir dokuya sahip, ama onun da Nyhavn’dan eksik kalmayan nehir kenarı göz dolduruyor doğrusu:) Küçük Gezgin bile burayı görür görmez Nyhavn’a benzetti.
“Free Town/Özgür Şehir” trafiğe kapalı, grafitinin her rengini görebileceğiniz, çimlerin üstünde plastikten ve metalden yapılmış sanat eserlerine bakmaya doyamayacağınız, bir binanın içinden gelen seslere yöneldiğinizde içerideki kaykay parkurunda gençlerin deli gibi kaydığını görebileceğiniz bir yer. Tabii burası bunlardan ibaret değil. Bölgenin Özgür şehir olarak adlandırılmasının bir temeli var. “Burası Avrupa Birliği Bölgesi değildir” yazısıyla karşılaşırsınız bir kapısından girerken. Çünkü burası sisteme karşı oluşturulmuş alternatif bir şehir!
İçeride Fotoğraf çekmek ve koşmak yasak! Koşmak neden mi yasak? Çünkü koşmanın verdiği panik hali, polisin baskın yaptığını sanmalarını sağlayabilir. Gerçi bölge artık hükümet tarafından tanınmış bir bölge olduğu için baskın pek söz konusu olmasa da, “sistemden farklı olmanın getirdiği baskı” içeride bir takım önlemler almayı da gerekli kılmış.
Christiana 1971’de dönemin akımından etkilenerek bir grup hippi tarafından kurulur. Kendi kurallarını oluşturur ve Danimarka Hükümeti’nin kurallarından bağımsız bir yaşam sürerler. Tabii bu yaklaşım Danimarka modernliğinde bir ülke için bile sıkıntılar yaratmış. Bizde olsa çoktan panzerler yok etmişti ama hem hükümetin hem de Hristiyan toplulukların karşı çıkmalarına rağmen bölge korunarak varlığını sürdürüyor.
2011’den bu yana da aslında bir şekilde yasal bir koruma altına alınmasa da varlığı kabul edilmiş durumda. Şehir içinde şehir oluşturulmuş bir yer burası. Kendilerinin yaptığı barakalarda yaşayanlar, araba lastiklerinin içinde kendi sebzelerini yetiştirenler, büyük sanat atölyelerinde sanat eserleri yapanlar, marangozhanelerde eskileri tamir edenleri görmek mümkün. Danimarka’da yasal olarak uyuşturucu kullanmak mümkün değilken, buraya akın akın insan gelmesinin, fotoğraf çekmenin ve koşmanın yasak olmasının en büyük nedeni de içeride uyuşturucu kullanımının serbest olması. Yasal değil ama serbest!
“Aaayyy böyle bir yere çocukla mı gittiniz” şaşkınlığını atın üstünüzden. Tabii ki gittik. Amsterdam sokaklarında da çocuklarınızla gezmeyin o zaman! Çünkü burası uyuşturucu kullanılabilmesinin ötesinde içinde yaşadığımız düzene alternatif olarak oluşturulmuş bir yer. Oldukça güvenli, sanat merkezleri, atölyeleriyle, kendi yaşamlarını kendi istekleri doğrultusunda oluşturabildikleri ve kapitalist düzene kafa tuttukları komün bir yaşam merkezi. Evet hippiliğin getirdiği berduş havası elbette ki bölgeye hakim ama onların yaşama bakışları ve burayı bu kadar sahiplenmeleri çok etkileyici. İçeride bar, restoran, konser alanı mevcut. Yasal olarak Christiana dışında kullanılmadığı içinde genci yaşlısı pek çok insanın buraya giriş çıkış yaptığını görmek mümkün.
Gerçi yasal olarak buranın dışında kullanılmıyor dedim ama yılbaşı gecesi Kopenhag’ın her köşe başını tutan siyahilerin neredeyse kolundan tutup uyuşturucunun her türlüsünü sattıkları bir ortam mevcuttu. İlk defa bir şehirde her köşe başında kolumu çekiştiren satıcılara denk geldik. Açıkçası biraz ürkütücüydü. Sevgilimin gördüklerini anlatmıyorum bile!!! Biz Küçük Gezginle Christiana’nın o rengarenk süslü duvarlarına bayıldık. Grafitlerin her birini teker teker inceledik. Gördüğümüz her sanat eserine hayran kaldık.
Buranın rengarenk ve farklı yapısı Çakıl’ın çok ilgisini çekti. “Neden her duvar böyle süslenmiyor, bu şekilde çok daha güzeller” dediğinde aslında bunun “yasak” olduğunu söyledim. O kadar şaşırdı ki… Onun o tertemiz beyninin o kadar anlayamayacağı bir şey ki saçma sapan kurallarla yoğrulmuş bir toplumsal düzende hapsolmuş olmamız… Burası mutlaka gidip görülmesi gereken bir yer. Gidin ve televizyon izlermişcesine izlemeyin sizden farklı olanı. Anlamaya çalışarak, yargılamadan, hayatlarına ortak olmasanız da saygı duyarak yaşam alanlarından sessizce geçin ve gidin. Biz öyle yaptık. Size de tavsiye ederiz.
12. Church of our Saviour
Bu, kulesinin sarmal yapısıyla Christiana’ya giderken gözünüze çarpacak olan harika kilise, 1600’lerin sonundan beri ayakta duruyor. Kulesindeki altın kürenin tepesinde kurtarıcılarının Kopenhag’ı izlediğine inananlar için kilise oldukça önemli bir yere sahip. Dışarıdan gördüğümüzde hemen içinde acaba nasıl bir güzellik var diye merak ettiğimiz kilisede gördüğüm iki şey beni çok etkiledi. Birincisi bu güne kadar gördüğüm en etkileyici kilise orglarından birini görmüş olmamdı. Küçük Gezgine onun bir org olduğunu söylediğimde o kadar şaşırdı ki! Nasıl şaşırmasın garibim? Evde iki elinin toplamı büyüklüğünde bir orgla haşır neşir. En büyük orgu da muhtemelen o kadar zannediyordu bugüne kadar:)
Sevgilim dakikalarca ona orgun çalışma sistemini anlatmaya çalıştı. Sonra fark ettim ki ben de çalışma sistemine dair çok bilgi sahibi değilmişim. Çaktırmadan baya baya dinledim:) Kiliseyle yaşıt olan bu inanılmaz gösterişli orgun Kopenhag’daki yangından ve savaşlardan hiç yara almadan kurtulması tam bir mucize. 1889’dan beri sadece dekorasyon amaçlı olarak kullanılan org 1965’te yapılan bakımla tekrar kullanıma açılmış. Harika bir görüntüsü olan, ince işçiliğiyle ve ahşap dokusuyla ağzımızı bir karış açık bırakan bu orgdan çıkan sesi tahmin bile edemiyorum.
Kiliseye dair beni diğer etkileyen şey ise, kilisede çocuklar için de ufak bir bölüm olması. Öyle çok abartılacak bir şey değil. Ufak bir masa, iki üç minder, boyama kağıtları ve kalemler. Ama bu hem oraya ibadet etmeye gelenler hem de bizim gibi gezmekten bacaklarına kramp girmiş, elleri de buz tutmak üzere olanlar için o kadar önemli ki anlatamam.
Çakıl orada bir şeyler çizerken, biz kiliseyi iyice inceleme şansı bulduk. Hem Küçük Gezgin dinlenme, hem sınıf arkadaşları ve öğretmeni için resim yapma şansını bulmuş oldu. Valla ne yalan söyleyeyim bizim için de şöyle 45 dakika kadar sessizlikte dinlenme bazen her şeyden önemli oluyor! “Yok ağrıyan boğazın için ıhlamur iç, yok atkını giy, yok ellerin üşüdü mü, yok burnun aktı, yok ateşin çıktı” diyerek buz gibi bir gün geçirmişiz… İçeride dinlenmek hepimize ilaçtan daha iyi geldi:)
Kilise Kopenhag’ın merkezinden biraz uzakta. Biraz uzakta dediysem öyle aman aman uzakta değil ama merkezi gezerken kafanızı çevirdiğinizde görebileceğiniz yapılardan biri değil. Merkezden yürüyerek 20 dakikada rahatlıkla gidebilirsiniz. Biz Küçük Gezgin’in artık hastalıktan tükenmiş bedenini yormamak için otobüsle gittik. Öyle ya da böyle gidin ve mutlaka görün.
13. Round Tower
Kule, Avrupa’nın hala ayakta olan en eski gözlem evi. Astrolog Thycho Brahe anısına Kral tarafından yaptırılan bu kule, bugün şehre gelen her turistin tepesine bir kez çıktığı bir yapı haline gelir. Her şehrin en ünlü yapılarından birinin tepesine mutlaka çıkmak gerekiyor. Ya bir kilise ya bir kule. Yukarıdan gördüğünüz şehir inanın bambaşka bir büyüleyiciliğe sahip…
14. City Hall/Belediye Binası
Bizim otelimize de yakın olduğu için her gün önünden en az iki kez geçtiğimiz, kulesini şehir merkezinin neredeyse her yerinden görebileceğiniz, yılbaşı kutlamalarında insanların attığı binlerce havai fişekten birinin duvarlarına çarpıp da zarar verecek diye her seferinde insanın yüreğini ağzına getiren bu bina Kopenhag’ın tam merkezinde 105.6 metre uzunluğundaki kulesiyle yer alıyor.Siena’daki Palazzo Pubblico’dan ilham alınarak 1800’lerin sonunda, bir zamanlar şehrin saman pazarının olduğu meydana yapılır. Tren garının dibinde, Tivoli bahçelerinin yanında, Stroget alışveriş merkezine açılan meydanı süsleyen bu harika yapı, gündüz ayrı gece ayrı görülmeye değer. Yılbaşında binlerce insanla beraber 2016’ya bu şehir binasının ışıkları altında girdik.
Küçük Gezgin ve biz Kopenhag’da oldukça pahalı, hastalıkla bol mücadeleli ama her zamanki gibi çok keyifli bir tatil yaptık. Siz de Kopenhag’a giderseniz görmeniz gereken her yerin yanına bir tık koyun:)