KÜÇÜK GEZGİN SAMOS’TA
ÇOCUKLA SAMOS
Bizim evde ne zaman bir enerji düşüklüğü olsa, kendimizi hemen bir yerlere atarız. Sevgiliyle yapılan bir tartışmanın en güzel barışma şekli birlikte yapılan bir tatil planıdır:-) İşte Samos maceramız da böyle bir zamana denk geldi. Elde hazır vize var, 19 Mayıs tatilini de uzatabiliriz deyip hemen biletleri aldık. Bizim gittiğimiz zaman Samos’a sadece Kuşadası’ndan feribotlar kalkarken, Temmuz ayı itibarıyla Seferihisar’dan da Adaya feribotlar kalkmaya başladı. Kuşadası’ndan kalkan feribotların bazıları Vathy bazıları Pythagorion Limanına inerken, Seferihisar’dan kalkanlar sadece Karlovassi Limanına iniyor. İkisi de yaklaşık 1,5 saatte Samos’a varıyor. Hal böyle olunca, ister yazın gidin ister baharda her mevsim Samos’un tadını çıkarmanız mümkün.
Baharlar benim tercihim, neden derseniz, yaz aylarında yakınımızdaki Yunan Adaları’na gitmek aslında uzaklaşmak olmuyor… Olmuyor çünkü yan masadakiler Türk, yan şezlongdakiler Türk hatta yan odadakiler Türk olunca başka topraklarda olmanın tadı çıkmıyor da çıkmıyor. İşte bu yüzden ben yaz aylarında Yunan Adalarına gitsem de Adaların en çok sevdiğim zamanı İlkbahar ve Güz oluyor aslında. İlkbahar’da Seferihisar’dan sefer yok, sonbaharda da seferler Ekime kadar, Kuşadası’ndan ise tüm yıl seferler mevcut. Yani karar size kalmış artık…
Bileti Ertürk lines’dan alıp, oteli de booking.com’dan ayarlar ayarlamaz kendimizi Kuşadası’nda bulduk. Sevgilimin panik yapısı yüzünden daha kargalar bile uykusundan uyanmamışken limana vardığımız için bizi limana almadılar. Sağa baktım açık bir yer yok, sola baktım açık bir yer yok, yakınlarda bir taksi durağının yanındaki daha açılmamış kahvenin sandalyelerinde bulduk kendimizi. Küçük Gezgin Çakıl’ın gözlerinden uyku aksa da, ağaçtan ağaca atlayan, mevsim itibarıyla pek de coşkun günler yaşayan kediler sayesinde sabahın keyfini çıkarabildi. Küçük Gezgin ile uzun zamandan sonra feribota bindik ve rüzgarın tadını çıkararak, feribota vuran dalgalarla oynayarak hatta ıslanarak çok keyifli bir yolculuk yaptık. Adalara giderken feribot yolculuğu bizim için piknik havasında geçer. Poğaça, simit, börek, ayran, ne varsa alırız yanımıza, bir taraftan yer diğer taraftan denizin tadını çıkarırız. Küçük Gezgin’in en sevdiği şeydir bu piknik. Gerçi biz uçakta, arabada, trende her yerde yapıyoruz bunu. Fark ettim ki, bizim en önemli seyahat alışkanlıklarımızdan biri piknik yapmak:-)
Feribot Vathy’ye yaklaşırken, güneş yüzümüze vursa da, rüzgar serin serin esmeye devam ediyordu… Feribottan iner inmez otelimize giriş yapmak için Kokkari’ye gittik. Burası küçük otellerin bulunduğu, Samos’un en hareketli, en kalabalık şehirlerinden biri. Yaz aylarında baya baya eller havada durumu varmış, ilgilenenlere duyurulur. İlk baharda daha sezon açılmamışken sokakta bir biz vardık bir de bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar turist. Kokkari’de sessizlik hakimdi ama bizim de ihtiyacımız olan biraz huzurdu sonuçta o yüzden çok iyi geldi. Kokkari’nin sahili oldukça bakımlı ve temiz. Çok şık restoranlar sahilin kenarına dizilmişler. Biz Kokkari’de denize girmesek de, Küçük Gezgin çakıl taşlarıyla oynamaktan çok keyif aldı. Samos’ta kaldığımız pek çok akşam yemeğimizi Kokkari’de yedik. Meltemi Restoran ve Sailing Bar, gecelerimizi geçirdiğimiz yerler oldu.
Çakıl’ın yemekten sonra sahildeki şezlonda sızdığı, bizimse denizin sesini dinlediğimiz huzuuur dolu geceler. İşte bu gecelerden birinde Sailing Barda keyif yaparken, sevgilim birden karşıya bakmamı söyledi. İlk önce ne olduğunu anlayamadığım, “acaba karşı tarafta bulunan Seferihisar’da bir kutlama var da havai fişek mi atılıyor” diye düşündüğüm şeyin aslında silah atışları olduğunu fark ettiğimde içimi bir korku kapladı. Fazla oksijen çarpmasından mıdır bilinmez “aşkım savaş mı çıktı” diye sordum.
Gözümdeki korkuya kahkahalarla gülen sevgilim bunun Ege Tatbikatı olduğunu söyleyince rahatlayıp kendimi bir kadeh buzlu uzoya boğdum. Ama hem havadan hem de karadan üstüne bir de denizden yapılan silah atışları ve bombalar savaşın o korkutucu yanını taaa içimde hissetmemi sağladı. Arka masamızda oturan Alman bir aile de benimle aynı korkuyu hissetmiş olacak ki, baya bir panikle ayağa kalktılar ve “savaş mı çıktı, neler oluyor” diye korkuyla sorunca, barın sahibi gülerek bizim için “şimdi komutana telefon edip bu tarafa ateş etmeyin burada Türkler de var diyecekler, korkmayın” dedi. Kendi aramızda baya güldüğümüz bu konuşma daha sonrasında da uzun bir sohbete dönüştü.
Sailing barın Atina’da yaşayan sahipleri Thomas ve Rena bizi güzel sohbetleriyle neredeyse her akşam ağırladılar. Thomasla sohbetimiz sırasında dinlediğimiz bir hikaye tüylerimizi diken diken yaptı. Hatta gözlerim yaşardı desem abartmış olmam. Thomas’ın annesi mübadele öncesinde Urla’nın bir köyünde yaşıyormuş. Bilenler bilir, ben Urlalı değilim ama yıllarca Urla’da yaşadım, yazlarımı da hala Urla’da geçiririm. Küçük Gezgin’in çocukluğu Urla’nın şirin mi şirin bir köyünde geçiyor. Annesinin yıllar önce yaşadığı köyün ismini hatırlayamasa da, anlattıkları bizim köyümüze çok benziyor. Bizim köyümüzde de mübadele öncesi pek çok Rum ailesi yaşıyormuş. Biz de şimdi onların taş duvarlarının süslediği, onların diktiği ağaçların gölgelendirdiği bir eve sahibiz. Durum böyle olunca o anlattı, biz dinledik.
Annesi, teyzesi, Thomas ve kardeşleri yıllar sonra annesinin terk etmek zorunda kaldığı Urla’ya ve köye giderler. Köyün meydanındaki kahveye doğru yaklaştıklarında Thomas “anın durduğunu” söyledi. Sokaktaki annesi yaşındaki kadın, erkek tüm yaşlıların onlara doğru döndüğünü, evlerden yaşlıların teker teker meydana doğru geldiğini ve annesi ile teyzesinin koluna girerek köyün kahvesine oturtturduklarını söyledi. Daha küçücük çocukken köyünden ayrılmış olan yaşlı kadın ve köyün tüm yaşlıları saatlerce birbirine bakarak sessizce oturmuşlar kahvede. Sessizlik, hüzün, sevinç hepsi iç içe… O kadar duygulandım ki bu hikayeden, içim o kadar hüzünle doldu ki anlatamam. Belki de aynı sokakta oynayan çocukluk arkadaşlarıydı o gün o kahvede yan yana sessizliğe kendini bırakan yaşlılar… Belki de aynı sofrada yemek yemişler, beraber ağaca tırmanmışlardı… Tüm gece bunu konuştuk; biraz meze bir kadeh de uzo eşliğinde…
Sailing Barın Küçük Gezgin için Samos’a damgasını vuran anısı ise köpekleri Luna oldu. Saatlerce sahilde onunla oynayan Çakıl, sabah akşam onu sayıkladı, Samos’tan döndükten sonra o kadar yer gezmişken “Samos’ta ne gördün” diyenlere Luna’dan bahsetti! Hayır duyan da altı tane köpeği yok da hayvan sevgisini Samos’ta giderdi zanneder. Çocuk işte:-)
Biz gittiğimizde güneşli de olsa oldukça hava rüzgarlıydı ve deniz henüz ısınmamıştı ama bu plajların keyfini çıkarmadığımız anlamına gelmiyor tabii. Çakıl sezonu Samos’ta açtı ve turkuaz rengi denizde yarım saat çenesi zangırdasa da inat edip yüzdü. Hem de üşenmeden, üşüyeceğini bile bile her sahilde denize girdi. Ben ayağımı sokmakla yetindim o kadar soğuktu düşünün yani! Samos’u Samos yapan, döndükten sonra uzun süre aklımızdan çıkmayan temiz, güzel, bakımlı ve Türkiye’ye kıyasla oldukça ucuz olan plajlarında o denizin biz de hem manzaranın hem de deniz ürünlerinin tadını çıkardık. Lemonakie, Avlakia, Tsambou ve Tsamadou Plajı yol üstünde giderken ağaçlarına arsından manzarasını görüp de direksiyonu kırıp keyfini sürdüğümüz harika çakıl plajlar oldu.
Livadaki Plajı ise Adanın gitmesi en zor olan plajlarından. Asfalt yoldan sonra oldukça taşlı, arabanın camlarından artık dışarıyı göremediğimiz kadar tozlu bir yolda gittikten sonra tepeden gördüğümüz o gizli koya Çakıl’la ben arabadan inip bildiğiniz koşarak gittik. Sanki burnumuzun dibinde deniz, İzmir’de bir yaşam sürmüyoruz! Sanki denize, suya hasretiz. Tatil psikolojisi işte, insana neler yaptırıyor, neler:-) “Değer mi onca toz toprak buraya gitmek için” derseniz, değer elbet! Bizim tek şansızlığımız korkunç rüzgarlı olmasıydı.
Ben havluya sarılıp şezlongda oturdum, insanlar ayaklarını denize sokmakla yetindi, sevgilim barın orada demlendi düşünün artık. Çakıl ise insanın suratına tokat gibi çarpan rüzgar eşliğinde bu yılın ilk deniz keyfini çıkardı. Sevgilim yanıma gelip de kafa kafaya verip onu izlediğimizde “bugün zatürre olmazsa hiçbir zaman olmaz” dedik. Durduk ve öylece kahkahalarını ve sevinç çığlıklarını dinledik. Olmadı zatürre falan merak etmeyin. Sardım sarmaladım havlulara, hatta bildiğiniz kışlık şapka giydirdim kafasına sonra; burnu bile akmadı garibimin:-) Gaggou Plajı, Poseidon Plajı, Psili Ammos Plajı ve Marathakampos koyu’ndaki plajlar hem restoranlarıyla hem de sahiliyle size mutluluğu altın tepside sunacak plajlardan. Özellikle ben Marathakampos’takilere bayıldım.
Vapurun indiği Vathy, Samos’un şehir merkezi. Biz geldiğimiz gün bir de döndüğümüz gün gezdik. Ama Avrupa’daki her şehir gibi Pazar günleri şehir merkezinde her yer kapalı oluyor, o yüzden dönüşünüz Pazar günüyse gittiğiniz gün gezmenizi tavsiye ederim. Biz arabayı kiraladıktan hemen sonra gezindik biraz. Hemen söyleyeyim, vakit kaybetmek, daha çok para ödememek ve “araba kalmadı mı” paniğini yaşamamak için önceden araba kiralamasını halletmekte fayda var. 1999 yılından beri Kuşadası ile kardeş şehir olan Vathy, Adanın ekonomik şehir merkezi olduğu için kültürel olarak sokaklarda çok bir şey sunmasa da, bir arkeoloji müzesi var. Biz, tarihi yerleri yerinde gezmeyi tercih ettik ama zamanınız varsa Arkeoloji müzesine gidin derim.
Şehir merkezindeki aslan heykelinin önünde yapılan töreni gördüğümüzde özel bir günleri sandık ama her pazar yapıldığını söylediler. Meydanda çocukların şen kahkahalarla oynadığını asker, rahip ve Samos’un idari amirlerini görmek mümkün. Hatta biz daha önce bir kilisede törenine katıldığımız rahibi gördük. Ben fark etmedim tbii, Çakıl dürttü beni. Vathy’nin bize en büyük sürprizi, limandaki teknelerin birinin arkasında güneşlenen fok balığı Agiro oldu. Bebekliğinden beri Samos sularında tek başına ayakta kalmaya çalışan bu güzel fok balığının plajlardaki şezlonglarda insanlarla beraber güneşlendiği konuşuluyor. Belki sizin de karşınıza çıkabilir, kim bilir? Güneşlenirken dikkatli olun, yan şezlongunuzda Agiro horlayabilir, biz horlamasına tanık olduk:-)
Kokkari’ye 15 dakika uzaklıktaki Manolates Köyü, daha gitmek için yoluna düştüğümüzde bizi baya baya huzura boğan bir köy oldu. Dağ yollarında araba sürerken, camlarımızı sonuna kadar açtık. Mis gibi oksijene, yeşilliğe o kadar çok ihtiyacımız varmış ki; arabayı durdurduk. Biz Küçük Gezgin ile inip yavaş yavaş yaprak hışırtılarının eşliğinde yürürken, sevgilim de arabayla bizi takip etti. Rüzgarda hışırdayan yapraklar ve nehrin sesi içimizi huzurla doldurdu. Adanın en keyifli yolculuğunu bu ağaçlık yolda yaşadık. Koca koca ağaçlar, dalların arasından sızan güneş ışığı falan derken sanki bu yolu görmeye gelmiş gibi oturduk yolun kenarına sohbet ediyoruz:-) Piknik sepetimiz de olsaydı tam Türk usulu hemencecik orada tezgahı kuruverirdik:-) Sonunda bizi bir köyün beklediğini hatırlayıp tekrar arabaya döndük.
Dağın tepesine kurulmuş köyün manzarasına doyum olmuyor elbet ama bu köyü bu kadar özel kılan şey aslında sanat atölyeleri. Hem sanat atölyesi hem de restoran hizmeti veren dükkanlarla kaplı merkezinde insanın gözü güzellikten başka hiçbir şey görmüyor. Kayrak taşlarıyla kaplı yollarında yürürken gördüğümüz taş evlerin pencerelerindeki dantel perdeler, rengarenk çiçekler dağın tepesindeki bu köyü, sahil kenarındaki pek çok kasabadan daha da özel kılıyor. Köy, bir akşamüzeri yürüyüş yapmak, seramik atölyelerini incelemek ve tavernalarında harika bir akşam yemeği yemek için biçilmiş kaftan! Biz köyün caddelerinde o kadar keyifle gezdik ki, doyamadık yahu! Sanat atölyelerinin içinde yan gelmiş yatmış kediler, ışıldayan güneş derken biz bu köye ba-yıl-dık!!! Tek hatamız sabah gitmek olmuş… Buraya akşama doğru gitmek lazım alın benden size tüyo:-)
Bize göre Pythagorio Samos Adası’nın en güzel kasabası… Kasabanın ismi, adada yaşamış olan geometrinin ünlü ismi Pisagor’dan geliyor. Limandaki yan yana dizilmiş kafe ve restoranların yanı sıra, dar ara sokakların kuytu köşelerinde karşımıza çıkan tavernalar (restoranlar) özellikle o kuytuda gizli kalanlar şık dizaynıyla beni benden aldı. Pythagorio’yu hem enerjisiyle, hem restoranlarıyla, hem doğasıyla, hem insana sunduğu huzurla Samos Adası’nın yıldızı ilan ediyorum! Kasabada, limanın sonundaki Pisagor’un heykeli ile fotoğraf çektirmek adetten olmuş! Biz de üşenmedik, Küçük Gezgin ile boy boy pozlar verdik elbet.
Gece ve gündüz bambaşka bir atmosfer sunan bu kasaba, pencerelerden sardunyalar sarkan evleri, daracık sokakları, tepeye tırmanan merdivenleri ile tam bir Yunan kasabası. Kasabanın liman kısmından çıktığımızda, harika bir manzaraya sahip olan kalesi ve kilisesi karşımıza çıktı. Deniz kenarına kurulmuş olan kale restorasyondan geçmiş olsa da, geçmişe ait izleri hala görmek mümkün. Bu kalenin bahçesindeki dut ağacına dalan sevgilim ve Küçük Gezgini bahçeden koparmam zor oldu. İkisinin de iddiasına göre bugüne kadar yedikleri en güzel dutmuş; benden söylemesi! Kalenin Küçük Gezgin için önemi, ilk defa mezarlık gezmiş olması oldu. Bugüne kadar hiç mezarlık gezmeyen Çakıl’ın merakını geçiştirmek artık mümkün olmayınca mecburen biz de mezarlığa girdik.
Efendim…7 yaş yaklaştıkça, sorduğu her sorunun cevabını net bir şekilde almak istiyormuş çocuklar, geçiştiremiyormuşsun, dikkatini dağıtıp başka şeylere hoop diye yönlendiremiyormuşsun; öğrendik! Eeee… Biz de Çakılla birlikte büyüyoruz işte! Nerdeyse bir saat mezarlık gezdik, hepsini tek tek okuduk, resimlerine baktık. Sorduğu onlarca soruya cevap verdim. Bu arada sevgilim kaçıp manzaranın keyfini çıkardı. Aahh bu erkekler var ya, zora gelince nasıl da kaçıyorlar:-( Pythagorio’da Çakıl’ın hafızasına kazınan en önemli şeylerden biri İtalyan dondurmacı Orange’da yediğimiz dondurma oldu. Tamam, itiraf geliyor, mandalinalı ve bitterli dondurmasının dibini sıyırdım, ekmek olsa üstüne sürer yerdim. Orange’ın katkı maddesi içermeyen dondurmaları, İtalya’daki dondurmalarla yarışacak kadar güzel bir lezzet bırakıyor damakta, yemeden dönmeyin yahu!
Pythagorio kasabasında bulunan Eupalinos Tüneli, şu anda tadilatta olduğu için ziyarete kapalı. Ancak, antik Yunanlıların 2500 yıl önce dağın dokuz kat altını oyarak kaynak suyu şehre taşıdıkları bu su kanalları, Samos’un en önemli yapıtlarından biri. Biz çok istedik görmeyi ama kısmet olmadı. Su kanallarını görmeye büyük bir hevesle gidip, hüsranla dönerken tepedeki kiliseye “gelmişken ziyaret edelim” diye girdik. Manzarası oldukça güzel olan “Monastery of Panagia Spiliani” bizi çok şaşırttı. Bahçeye girdiğimizde bir mağara gördük. Merdivenlerden indiğimizde mağaranın içinde yer alan, ufacık tefecik bir şapel gördük. Bu mağaranın, bulunan kalıntılardan dolayı, kiliseden önceki zamanlarda bile tapınak olarak kullanıldığına inanılıyor. Biz Küçük Gezgin ile ilk defabir mağaranın içine inşa edilmiş bir şapel gördük. Dışarıdaki oldukça sıcak havaya rağmen mağara baya da serin oluyormuş, uzun kalacaksanız ince bir hırka iyi gider doğrusu!
Gittiğimiz yerde eğer bir antik kent varsa oraya uğramadan dönmek içimize sinmiyor desem yeridir. Hera Tapınağı, Pythagorio kasabasına oldukça yakın olan Hereon Köyü’nde bulunuyor. Ana tanrıça Hera için yapılmış, oldukça görkemli olan bu tapınak ve antik kalıntılar geniş bir alana yayılmış. Tarihe yenik düşmüş pek çok anıt gibi Hera Tapınağından da depremler sonucunda geriye tek bir sütun ve hayali kalmış. Hera tapınağının yanında Roma hamamı, antik kalıntılar, şapel kalıntıları ve heykeller görmek mümkün. Antik şehre girdiğimizde otların arasına gömülmüş kalıntıları görmek için oldukça çaba göstermemiz gerekti. Benim gibi yılan fobisi olan biri için sarı sarı otların arasında gezinmek biraz ürkütücü oldu. Ama olsun, hafif çiseleyen yağmur eşliğinde Küçük Gezginle saklambaç oynaya oynaya gezindik.
Biz Karlovassi’ye gittiğimizde baya bir hayal kırıklığına uğradık. Sahilden vurduk arabayı Karlovassi yollarına, bir baktık yıkık dökük virane fabrikalar, bakımsız evler dışında hiçbir şey yok. Terk edilmiş deri atölyeleri, sigara fabrikaları ve mağazalarla büyük bir savaştan daha yeni çıkmış ve yalnızlığa hapsedilmiş bir görüntüsü olan şehrin yeni yapılan büyük limanı ile biraz sanayi şehri havasına da büründüğünü söyleyebilirim. Ama bu sözlerim sizi çok da yanıltmasın. Karlovassi’nin merkezine gittiğimizde o terk edilmiş görüntüsünün tersine daha sezon açılmamış olmasına rağmen oldukça canlı, insan dolu bir merkezle karşılaştık. Etrafta gezinen cıvıl cıvıl bir gençlik merkezin tadını çıkarıyordu.
Biz Yunan Adalarında tinton yaşlıları o kadar görmeye alışmışız ki, bu hareketliliği ilk önce yadırgadık ama sonra Karlovassi’de üniversite olmasından dolayı merkezinin gençlerin uğrak yeri olmasının kaçınılmaz bir sonuç olduğunu anladık. Agios Nikolaos Kilisesi ve Karlovassi Folklore Museum buraya gitmişken ziyaret edilmeden dönmemeniz gereken yerler ama biz ikisini de dışarıdan görmekle yetindik. Akşam saatlerinde ikisi de kapı duvardı.
Duyduk ki Samos’ta şelale var, hemen direksiyonu şelaleye doğru çevirdik. Potami, plajına yakın mesafede bulunan şelalesinden dolayı ünlenmiş bir yer. Biz şelaleyi görmek için gittik ama bizi karşılayan şey tarihi kilise kalıntıları oldu. Burası, ağaçların arasına gömülmüş olan kilise ve tarihi kalıntılar ile minik şelalelerden akan sular eşliğinde doğa yürüyüşü yapmak için çok ideal bir yer. Bizim için Küçük Gezginle burada gezinti yapmanın keyfine doyum olmadı. Minik şelaleleri görünce “bu mu yani” dedik kabul ediyorum ama “ bu değil” tabii ki! Asıl şelaleye gitmenin oldukça zorlayıcı bir rota olduğunu söylemeliyim. Biz Çakılla şelaleyi göremedik ama neredeyse sonuna kadar gittik.
Orman içinde ırmak kenarındaki patikanın sonuna kadar yürüdüğümüzde bizi eski, baştan savma yapılmış dağın tepesine çıkan dar bir ahşap merdiven bekliyordu. Yukarıda restoran ve şelalenin bulunduğu tabelayı görüp merdivenleri çıkmaya başladığımızda “ben ne yapıyorum” sorusunu kaçınılmaz bir şekilde kendimize sorduk hatta birbirimize de sorduk. Merdivenler gacır gucur ses çıkarırken sevgilimin kalp çarpıntısını Potami’den duymak mümkün olmuştur herhalde. Ne de olsa adam 130 kilo:-) Son merdiveni çıktığımda dilim damağıma yapışmış “suuu” diye sayıklıyordum.
Çakıl bizim kadar ne tedirgin oldu, ne de yoruldu; keyfi fazlasıyla yerindeydi hatta:-) Ama şunu demeden geçmeyeyim. Suyu içip de kafayı çevirdiğimde gördüğüm manzara her şeye değdi. Bu salaş restoran, Samos’ta yediğimiz en lezzetli ve keyifli öğle yemeğini sundu bize. Ailesi Seferihisar’dan mübadeleyle gelmiş olan Kostas’ın İngilizcesi yeterli olsaydı çoook daha uzun sohbetler etmek isterdim aslında. Duvarlarda Seferihisar’dan, İzmir’den kalma fotoğraflar ve antika eşyalarla o virane restoranda geçmişe yolculuk yapmış gibi oluyor insan…
Şelaleyi görmek için patikadan yukarı doğru yürümemiz ve nehirde bir süre yüzmemiz gerektiğini restoranın harika manzarası karşısında güneşlenenlerden öğrendik. Üstümüzde mayo olmayınca mecburen dönüş yolunda geçtik. Dimdik merdivenlerden aşağıya inmeye başladığımızda, inmenin çıkmaktan daha zor olduğunu fark ettik. Benim panik sevgilim gerildi de gerildi bir baktık merdivenlerle kavga edip duruyor. Gerçi, şöyle bir etrafına baksa 70 yaşındaki gezginlerin ceylan gibi indiğini görecek ama hak da vermedim değil, Çakılla beraber bizim için zorlu bir parkur oldu!
İnsan yanında çocuk varken risk aldığında bazen adrenalin tavan yapıyor! Şelaleden ayrılıp Potami’nin sahil şeridinden devam ettiğimiz zaman, ana yol bıçakla kesilmişçesine birden bire bitti. Bir an şok olduk. Asfalt küüüt diye bitiverdi. Madem yol bitti biz de şurada soluklanalım dediğimizde sessiz sahil bize beklediğimizden fazlasını sundu! O berrak suda denize girmenin zevkini sakın kaçırmayın. Hele ki şnorkel takımınız yanınızdaysa, işte keyif diye ben buna derim. Bizim ufaklık o buz gibi suda bir saat keyif çattı!
Samos’un Türkiye’ye en yakında bulunan Yunan Adası olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ben hep Meis Adası sanarken, meğer burnumun dibindeki Samosmuş. Biz de bu en yakın noktayı görelim, Kuşadası’na bir el sallayalım diye Psili Ammos’ a gittik. Adanın genelinde çakıl taşlarıyla kaplı sahilin aksine burada insanı kuma doyuran upuzun bir sahil şeridi var. Sahilin sonundaki askeri bölgenin yanından tepeye çıktığımızda gerçekten Türkiye’ye ne kadar yakında olduğumuzu fark ettik. Kuşadası’na “elimi uzatsam dokunabilirim” dedirtecek kadar yakın olan Adadan karşı kıyıya izlemek, Samos’taki eskiden tuz gölü olan şimdilerde ise sadece kuşlara ev sahipliği yapan Alyki Vetland’ı ve eski tuz fabrikasını görmek mümkün. Çakıl denizden çıkıp tepeye tırmanınca, kafasında polar şapka, üstünde rüzgarlık, içinde bikini üçlüsüyle rüzgara bıraktı kendini.
Bize atraksiyon yetmedi tabii. Tekrar bir tırmanış yapalım dedik. Atladık arabaya gidiyoruz daaa… Yanlış yollara sapıp bir kaybolduk, dağ yollarında tangır tungur gidiyoruz da bu yol gittiğimiz yere çıkar mı derken neyse ki çıktı. Pisagor Mağarasına dağ yollarından ulaştığımızda yaklaşık 500 merdiveni çıkmaya hazırlıklı değildik. Daha şelalenin merdivenlerine tırmanan baldırlarımızın titremesi henüz geçmemişti bile. Neyse ki yolda Çakıl yorgunluktan sızmıştı da, çektik arabayı kenara, açtık camları, kapıları, o uyurken biz de biraz dinlenme şansı yakaladık.
Uyanır uyanmaz hadi gidelim dedi. Bizde başladık tırmanmaya. Merdivenlerin ortasındaki Saint John şapelinde bir mola verip yolumuza devam ettik. Tepeye ulaştığımızda Panagaia Sarantaskaliotissa şapeli karşıladı bizi. Çakıl kilisenin çanını çalmadan edemedi tabii. Bir de ucunu göremeyeceğimiz kadar derin bir mağara var. Burada kutsal suyun olduğuna da inanılıyor.
Dönüp arkaya baktığımızdaki manzaranın tarifi ise imkansız! Efsaneye göre, Samos’ta doğan ünlü matematikçi Pisagor, siyasi ve dini çatışmalardan kaçarak bu mağarada saklanmış. Aynı zamanda ünlü bir filozof olan Pisagor’un bu mağaraya Samos’taki yaşamında sık sık geldiği ve teoremlerini oluşturduğu, buradaki büyük mağarayı ise okul olarak kullandığına inanılıyor. Tepeden indikten sonra kafede soluklanıp, eşitliği ve adaleti simgeleyen Pisagor bardaklarından bir tane kendinize hediye edin! Biz hemen turkuaz rengi olandan attık çantaya bir tane.
Mitilini kasabası, biraz sessizdi. Biz de kasabanın merkezinde, ıhlamur ağaçlarının altında kendimizi sessizliğe teslim ettik. Tabii yanınızda bir çocuk varken sessizlikle uzun süreli aşk ilişkisi pek de mümkün değil. Meydanda şen kahkahalarla koşuşturmaya başladı. Ihlamur ağacından ıhlamur topladı, hatta getirdik onları İzmir’e, hala kullanıyoruz. Sonra birden serpiştirmeye başlayan yaz yağmuruyla Çakıl daha da şenlenip meydanda deli danalar gibi koşturdu:-) Onun neşesi varken ne yapayım yahu sessizliği ben zaten:-)
Mitilini’de Paleontoloji müzesi var. Fosil kalıntıları ve doldurulmuş hayvanları, özellikle o doldurulmuş olanları dha önce Çakıl’a göstermemek için çok özen göstermiştim. Vahşice geliyor bana biraz. Çocuklar için de oldukça ürkütücüler. Ama büyüdü dedim öncesinde biraz konuştum ve hoop müzedeyiz. Şaşkın şaşkın gezdiğini söyleyebilirim. ÜZüldü tabii hayvanları öyle görünce ama ilgisini de çekti. Öyle çok anlatıldığı kadar büyük bir müze değil. Daha önce paleontoloji müzesine gitmişseniz ve Samos’ta vaktiniz kısıtlıysa çok da gitmeniz gerekir mi orası size kalmış artık. Biz Küçük Gezgin ile müze gezmekten keyif aldığımız için burada da çok keyif aldık.
Bizim gezerken en sevdiğimiz şeylerden biri gözümüze çarpan bir tabela olduğunda hemen rotayı oraya çevirmemiz. Moni Megalis Panagias Manastırı ile yolumuz böyle kesişti. Koumaradei köyü yakınlarında 16.yüzyıldan bu yana bulunan bu yapı aynı zamanda da Samos’un en eski ikinci manastırı. 1990 yılında çıkan bir yangında oldukça hasar görmüş ve restorasyondan geçmiş manastırın kapısından açık mı değil mi tam da emin olmadan burnumuzu uzatıverdik. Mayıs ayı olunca dağın tepesindeki manastırı kim ziyaret edecek? Bir biz varız bahçede.
Biz de bahçede aval aval bakınırken siyahlar içinde, sakallar göğsünde genç bir rahip koşarak geldi ve manastırda kadınların üstüne bir şeyler giymesi gerektiğini söyledi. Evet, burası bir Ortodoks kilisesiydi ve girişte pelerin tarzı şeyler veriyorlar. Mecbur giydim. Benden gören Çakıl da giydi. Yetmedi sevgilim de omuzlarına attı bir pelerin ve Superman oldu:-) Rahiple sohbet ederken İzmirli olduğumuzu söyleyince sohbetlerimizin sonunda kendi dinlerini tanıtan bir torba kitabı elime sıkıştırıverdi. İçerisi oldukça kasvetli ve karanlık olan küçük kilisesini ayin zamanında ziyaret ederseniz, pek çok din adamını bir arada görmek ve ayini sessizce izlemek şansına da ulaşabilirsiniz. Biz ayine denk geldik. Biz ne zaman bir kiliseye gitsek mutlaka bir ayine denk geliyoruz zaten. Yoksa kiliselerde sürekli ayin oluyor da bizim mi haberimiz yok 🙂
Biz Küçük Gezgin ile Samos ’tan çok keyif aldık. Gezdik, tozduk, yedik, içtik.
Sakız bizim ikinci evimizdi. Bundan sonra ikinci evimiz Samos mu olacak acaba?
HERA’NIN EVİ SAMOS
Yazının daha detaylı ve güzel fotoğraflarla HERA’NIN EVİ SAMOS yazım, harika bir seyahat ve turizm dergisi olan TOURMAG’ de yayımlandı. Okumak isterseniz tıklayın.
GEZİYORUM ÖYLEYSE VARIM!!!