Biz Küçük Gezgin ile 2014 yılının en son günlerini Sırbistan’da geçirdik. Küçük Gezgin’in çok keyif aldığı gezimize Belgrad’dan başladık;
Belgrad’ın merkezinde gezilecek yerler aslında birbirinden çok da uzak değil. Yani aynı gün içinde pek çok yeri görmek mümkün. Savaşlarla geçen tarihinden ötürü binaların ve yapıtlarının oldukça bakımsız olduğunu söylemeliyim. Tabii gözümüzün hep Batı Avrupa şehirlerine alışık olmasındandır belki de bu haksızca eleştirim ama gönül isterdi ki; tüm Sinagogları, tüm camileri, geçmişlerine ait olan tüm tarihi eserlerine sahip çıksalar ve korusalardı.
Belgrad’a gittiğimizde üç gün için rotamızı belirleyip geri kalan 4 gün için de Sırbistan’da başka şehirleri gezmeye karar verdik. Çünkü bence Belgrad’ı hakkıyla gezmek için 3 gün çok rahatlıkla yeterli.
Bizim İlk rotamız;
– St. Mark’s Church – Taş Meydan
– National Assembly
– City Assembly – Pionirski Park
-Presidental Palace – Pionirski Park
– Hotel Moskow – Trazije Caddesi
– National Museum – Cumhuriyet Meydanı(Trg. Republike)
– National Theatre – Cumhuriyet Meydanı(Trg. Republike)
– Knez Mihaliova Caddesi oldu.
Bu çizdiğimiz rotaya göre arabamızı St. Mark’s Church ‘ün oraya park ettiğimiz için Knez Mihaliova Caddesine kadar yol üstünde tüm yapıtları yol üstünde görmüş olduk.
Taş Meydan, Osmanlı döneminde bulunan taş ocağından ismini almış ve uzun zamandır park olarak kullanılan yemyeşil bir alan. Hemen köşesinde bulunan St. Mark’s Church pek çok binanın arasından görünen ve mutlaka dikkatinizi çekecek bir yapı. Yapımı 1800’lere kadar uzanan yapı, defalarca savaşlardan zarar görmesinden ötürü en son 1940’larda son halini bulmuş. Belgrad’ın simgesi hale gelen bu kilise ve parkı ziyaret etmeden olmaz dedik biz de ilk buradan başladık.
National Assembly (Narodna Skupstina) Taş Meydan’dan aşağıya doğru inerken karşınıza çıkacak ilk görkemli yapı. Sırbistan Parlamentosu büyük kubbeleriyle ve önündeki heykellerle oldukça etkileyici bir yapı. Tamamlanması neredeyse otuz yılı bulan meclis binasının önündeki “The Girl with a pitcher” Küplü kız çeşmesi, “Play of the black horses” Atların oyunu heykelleri zaten istemeseniz de gözünüze çarpacak olan yapıtlar.
Presidental Palace (Predsednistvo) ve City Assembly (Skupstina Grada) tam da Pionirski Park’ın yanında bulunan Belgrad’a özgü diğer yapıtlar. 1884’te tamamlanan Eski Saray (Stari Dvor) olarak da adlandırılan bu bina Belgrad Şehir Meclisi olarak görev yapıyor. Yeni Saray (Novi Dvor) uzun zaman kral ve kraliçeye ev sahipliği yapmış ve şu anda Cumhurbaşkanlık Ofisi olarak kullanılıyor. Bu yapıların ikisi de sütun ve kuleleriyle mimari açıdan oldukça güzel yapılar.
Gelelim Trazije Meydanına. Bu meydan şehrin en önemli meydanlarından biri, ismini Türkçe “terazi” kelimesinden alıyor. Osmanlı döneminde Türklerin şehre su taşımak için inşa ettikleri sistemden dolayı meydanın ismi böyle kalmış. Trazije Meydanında şuanda 1860’ta kurulan bir çeşme/havuz bulunuyor. Belgrad’da pek çok tarihi yapıyı koruyamadıkları gibi bu çeşmeyi de iyi korumadıklarını söylemeliyim. Ben araştırıp gitmesem çeşmenin tarihi önemini asla anlayamazdım, herhangi bir çeşme der yanından geçer giderdim. Çeşmenin hemen yan tarafında cadde üstünde Hotel Moscow yer alıyor ki; hala aktif şekilde otel olarak çalışan bu bina Belgrad’ın en ünlü 4 yıldızlı oteli. Otelin içi Christmas’tan dolayı oldukça kalabalıktı yoksa ne yapar ne eder girer içeri her yerini kolaçan ederdim ama ışıl ışıl süslenmiş dış cephesine bakmakla yetindim.
Veee Knez Mihaliova’dan önceki son durağımız Republic Square (Cumhuriyet Meydanı) oldu. Merkezde Sırp Prensi Maihalio’nun at üstündeki heykeli ve iki önemli yapı National Theatre ve National Museum yer alıyor. Bu at heykeli ünlü Knez Mihaliova caddesine çok yakın olmasından dolayı oldukça popüler bir buluşma merkezi olmuş. Orada geçirdiğimiz zaman süresince yüzlerce genç orada buluştu desem abartmış olmam. Biz meydandaki iki yapıyı da dışarıdan görmekle yetindik. İlk günümüzü bir müzede geçirmek en son isteyeceğim şeydi. Aslında sonradan müzeyi gezebilirdik ama Belgrad’dan sonra başka illere yönümüzü çevirdiğimiz için arada kaynadı. biz ettik siz etmeyin ve bu müzeyi gezin. Opera binası da zaten tadilattaydı, onunda içini görmek nasip olmadı. Belki size olur.
Veeee…. ilk rotamızın son durağı Knez Mihaliova Caddesi… Bu caddeye Belgrad’ın kürkçü dükkanı desem çok demiş olmam. Şehirde gezerken dönüp dolaşıp geleceğiniz yer ne de olsa burası çünkü:) Uzun, trafiğe kapalı, mağazalarla kaplı, en sonunda da Kalemeydan’a çıkan çooook ünlü bir cadde. Biz Belgrad’ı gezdiğimiz 3 gecenin 2 gecesi burada takıldık. Bunun bir kaç nedeni vardı tabii… birincisi dışarıda saatlerce oturabileceğimiz Cafeler vardı (çünkü sigara dumanından içeri girmek mümkün değildi) ikincisi buz gibi havada tek hareketli olan caddesi burasıydı, üçüncüsü de çok harika olmasa da Christmas Panayırı buradaydı. Küçük Gezgin bu caddede trafik olmadığı için harika vakit geçirdi tabii. Biz kahvelerimizi yudumlarken o da caddede bir oraya bir buraya koşturdu durdu. Uçaktan iner inmez girdiği koşturmanın ve saatlerce yürümenin sonunda bu caddede biraz yorgunluğunu attı diyebilirim.
Bizim ikinci rotamız Kalemegdan ve Skaderlija Caddesiydi. Kalemeydan‘a oldukça geniş bir zaman ayırdık çünkü oldukça büyük bir alandı ve rahat rahat, doya doya gezmek istedik. Sabah yaptığımız bol börekli bir kahvaltıdan sonra Kalemeydana gitmek artık bir görevdi bizim için; o kadar börekten sonra bolca yürümeli ve şişen göbekleri biraz indirmeliydik…
Kalemegdan neredeyse 2000 yıl boyunca Belgrad’ın tarihine tanıklık etmiş. Bir çok kez yıkılmış, yeniden yapılmış, savaşlarda hasar görmüş ama tam Sava nehri ve Tuna nehrinin birleştiği yerde, tepede harika manzarasıyla bugün Belgrad’ın en turistik yeri haline gelmiş. Kalemeydan aslında oldukça büyük bir alana sahip olmasına karşın; gezilip görülecek yerleri girdiğiniz kapıdan kolayca bir hat çizerek bulmanız mümkün oluyor. Yani çok dikkatsiz davranmazsanız bir şeyi görmeden çıkacağınızı sanmıyorum. Kaleye ait en büyük problem hiç bir bilgilendirmenin olmaması. Bu yüzden kaleye girerken kiralanan “audio guide” lardan kiralamanızı öneririm. Kalemeydan’a giderken günleriniz çok kısıtlı değilse aynı güne iki üç yer daha sıkıştırmamanızı tavsiye ederim. Hele de bizim gibi bir küçük gezgin varsa yanınızda. Çünkü burası çocuklar için tam bir cennet. Giderken yanınıza atıştırmalık bir şeyler de alırsanız oldukça güzel bir zaman geçirmeniz mümkün. Biz Kale surlarının dışındaki parkta uzunca bir mola verdiğimizde Küçük Gezginimiz saatlerce köpeklerle koşturup harika vakit geçirdi. Ufak bir piknik uzunca bir gezinin ardından onu çok mutlu etti. O etrafta koşuştururken biz de ayaklarımızı uzatıp derin bir nefes çektik. Çünkü şansımıza aralık ayının sonunda neredeyse 15 dereceydi, güneş tepemizdeydi ve misler gibi yeşilliğin ortasında harika bir yerdeydik… Çakıl da bir o köpekle bir bu köpekle takılmakla o kadar meşguldü ki; bize de bu anın tadını doyasıya çıkarmak kaldı:) Ayrıca, Kalemeydan geziniz bittiğinde içinde bulunan restoranın harika manzaralı terasında bir şeyler mutlaka içmelisiniz. Biz kendi kırmızı şaraplarını içtik ve su gibi tadıyla bizi hiç memnun etmediğini hatta hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. O yüzdenbaşka bir şeyler içerek manzaranın keyfini sürün derim.
Patikalardan devam ettiğimizde kaleden aşağıya doğru o ünlü Ruzika Kilisesi (Crkva Ruzica )-Rose Church karşımıza çıktı. Bu kilisenin pek çok fotoğrafını internette görmüştüm ve dış cephesi yemyeşil sarmaşıklarla görüntüsü gözümün önündeydi; ama tabii biz aralık ayında gittiğimiz için o harika görüntüsünü görmek bizim için yalan oldu. Kilise’nin önündeki iki bronz heykelin; Sırp Kralı Dusan diğeri de Sırp Piyade askerinin kiliseyi koruduğu düşünülüyor. Küçük Gezgin’in oldukça ilgisini çeken bu heykellerin 1924’ten beri orada olduğuna inanmak zor. Tabii ki gittik mumuzu yaktık, dileğimizi tuttuk; her kilise de yaptığımız ritüelleri gerçekleştirdik ama bu kilisede bizim en çok dikkatimizi çeken şey avizelerin mermilerden yapılmış olmasıydı. Bu bilgiye gitmeden önce hiç bir kaynakta denk gelmemiştim. Gözden kaçırdığım çok önemli bir ayrıntı olmuş çünkü tesadüfen fark ettiğimiz mermi avizeler bizi uzun süre kilisenin içinde tuttu. Bu avizelerin mermilerden olmasının kilisenin Osmanlı Dönemi’nde yıkılarak cephanelik olarak kullanmasından dolayı metaforik bir anlam taşıdığını düşünmüyor değilim. Tabii bu benim yorumum… Detaylı bir araştırma yapmak lazım.
Kilisenin önündeki patikadan aşağı doğru inince ufacık tefecik içi dolu kutucuk St. Petka Şapeli’ni gördük. Çok ufak olan bu yapıda oldukça güzel mozaik çalışmaları var. Şapelden ilerleyip aşağıda Küçük Gezgin’in koşmaktan saçından terler aktığı parka indik. Parka inerken Türk Hamamı gözümüze çarptı. Ve tabii parkın tam göbeğinde kalan 6.Karl Kapısı oldukça dikkatimizi çekti. Yemekhanenin kalıntıları da hemen yanında duruyordu. Kapının parka çok hoş bir hava katıığını söylemeden geçemeyeceğim
Biz parkta bolca vakit geçirdikten sonra patikadan yukarı tırmanarak ünlü Viktor Heykelini görmeye çıktık. Heykel şehrin Türklerden kurtarılmasının anısına dikilmiş. Oldukça gösterişli bir heykel ama ne yalan söyleyim manzara o kadar güzeldi ki heykeli öyle bir saat incelemedik ve manzaranın keyfini çıkardık. Bahsettiğim seyir terası heykelin hemen sol tarafında yer alıyor. Yorulmuş beliniz ve hafiften zonklayan ayaklarınıza kısa bir mola verin:) Biz öyle yaptık ve çok iyi geldi. Küçük Gezgin de bol bol resim çizerek harika vakit geçirdi. Hemen bir dipnot geçeyim. Daha önceki tatillerimizde de mutlaka resim çizmesi için defter götürürdüm. Ama bu sefer bir tatil defteri oluşturdum; Çakıl’ın Sırbistan yolculuğunda o deftere çizdiği tüm resimler tarihleriyle birlikte bir anı defteri olarak çekmecesinde yer buldu. bir çeşit resim günlüğü oldu. Bundan sonra bu yönteme devam:)) Aklınızın bir kenarında bulunsun; anılar çabuk siliniyor…
Kalemeydan’ı terk ettiğimizde hava kararmak üzereydi ve adını çok duyduğumuz Skaderlija Caddesi’ne gittik. Skaderlija Caddesi küçük ama çok hoş bir cadde. Trafiğe kapalı olan bu yer internette Paris’teki Montmartre Bölgesi’ne benzetilmiş. Oraya gitmişliğimiz de vardır söylemesi ayıp; Skaderlija da çok hoş bir yer ama o kadar da değil:)) Montmarte’ın insanda bıraktığı etki çok daha farklı… Oldukça hoş restoranlarla kaplı olan bu caddede mutlaka bir restoran seçip akşam yemeği yemelisiniz. Biz yedik ama restoran seçimimizden memnun kalmadık. Aslında caddenin neredeyse en eski restoranı olan yüzyıllık tarihe sahip Zlatni Bokal (Altın Kadeh)’te akşam yemeğimizi yedik. Buz gibi havada dışarıda yediğimiz için garsonların bizden pek haz etmediği her hallerinden belli oluyordu. Ama en önemlisi yemeklerin ve sunumunun hiç başarılı değildi. Porsiyonlar oldukça büyük, fiyatlar ucuz, ama sunum çok kötü. Caddede başka bir yeri denemenizi öneririm. Küçük Gezgin Çakıl için bu cadde harika bir ortam oldu. Biz yemeğimize devam ederken o rahatlıkla etrafın keyfini çıkarabildi, gelen gidene laf attı, sohbet etmeye çalıştı. Baktı kimse İngilizce bilmiyor tutturdu sırpça öğrenicem diye…Oldu canım; başka bir isteğin, arzun var mı?
Belgrad’da bir diğer gün yönümüzü Zemun ‘a çevirdik.
Zemun Belgrad merkeze oldukça yakın bir ilçe. Araba kiralasanız da kiralamasanız da aslında mutlaka gitmeniz gereken bir yer. Nedenini pek bir merak ederseniz söyleyim; Zemun’a gitmek için 4 neden var; birincisi eski bir sinegog’dan restorana çevirilmiş olan CAY (SAC) Restoran. Tabii tarihi korumayıp bir Sinegog’un restorana çevirilmiş olması oldukça trajik bir durum olsa da bu restorana gidip canlı müzik dinleyip harika sacını yemek, insanı tekrar buraya getirtmeye yetecek bir şey. Restoran aslında lokal bir restoran; çok lüks değil ve gittiğinizde bir turiste denk gelme olasılığınız oldukça düşük. Özellikle haftasonu rezervasyonsuz yer bulmanın neredeyse imkansız olduğu bu restoran ara sokaklardan birinde gizli kalmış bir cennet. Bir daha Belgrad’a yolum düşse yine yerim lokum gibi olmuş kaymaklı etimi, dinlerim harika müziğini Sac Restoran’ın. Benden demesi:) Zemun’a gitmek için ikinci neden ise arnavut kaldırımlarıyla süslenmiş daracık sokaklarından ağzınız bir karış açık tırmandığınız Gardos Bölgesi. Bu bölge Zemun tarihinin başlamasına tanıklık etmiş. Küçük bahçeleriyle oldukça yöresel evleri inceleyebileceğiniz ve tam tepede 1896’da Macaristan Krallığının 1000.yılını kutlamak için yapılmış olan Milennium Tower (Sibinjanin Janko Tower)‘u görebileceğiniz ve Zemun’un manzarasını tepeden hayranlıkla izleyebileceğiniz bir yer. Küçük Gezgin kulenin tam yanındaki parkta çılgınlar gibi eğlenirken biz de kahvelerimiz içerek manzaranın bol bol keyfini çıkardık. Tepeye tırmanırken Küçük Gezgin’in dili dışarı çıksa da dönüşte evlerin arasındaki patikalardan inen merdivenlerden güle oynaya indiğinde yorgunluğunu çoktan atmıştı bile.
Zemun’a gitmek için üçüncü neden ilçe merkezinde kurulan pazar. Bu küçücük pazarda çeşit çeşit nehir balıkları görmek ve oranın kültürünü çok daha iyi kavramak mümkün. Küçük Gezgin bu pazara bayıldı tabii. Çeşit çeşit taze meyvalar, koca koca balıklar onun oldukça ilgisini çekti. Pazardakiler Türk olduğumuzu anladıklarında “Galatasaray, Hakan Şükür, İstanbul ve Kuşadası” diyerek bizimle sohbet etmeye çalıştılar. Onlar İngilizce bilmeyip biz de Sırpça bilmediğimizden sohbetimiz sadece bunlarla sınırlı kalsa da; futbolun kültürlerarası iletişimde olan önemini bir kez daha anlamış olduk:)
Zemun’a gitmeniz için 4’üncü neden ise nehir kenarının güzelliği ve orada mutlaka gitmeniz gereken oldukça lüks ve ünlü olan Saran Restoran. Restoran oldukça şık bir restoran. Rezervasyonsuz yer bulmak mı? Hiç sanmıyorum. Belki hafta içi bir şans:)) Büyük bir restoran olduğu için kapalı mekanda sigara içmek serbest olsa da bazı kısımları sigara içilmeyen bölge yaptıklarından diğer mekanlara göre nefes almak daha mümkün. Balık çorbası ve ahtapot salatası kesinlikle yenmeli. Damağınızda oldukça güzel bir tat bırakan yemekleri güzel bir müzik eşliğinde yemek istiyorsanız bu restoranı tavsiye ederim. Evet diğer restoranlara göre biraz daha tuzlu ama Türkiye’deki ve Avrupa’daki aynı standartlardaki restoranlara göre fiyatlarının uygun olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Biz Küçük Gezgin ile Zemun’u çok beğendik. Kaldığımız oteli Zemun’da tercih ettiğimizden dolayı sabahları Zemun’un parklarında ve merkezinde bol bol vakit geçirme şansını yakaladık. Çok turistin gelmediği günlerde orada olduğumuzdan; ikinci gün ilçedeki herkes bizi tanır ve selam verir olmuştu artık. Belgrad’a kadar gitmişken hemen yanındaki Zemun’a uğramadan dönmeyin derim:)
Veee Ada Ciganlija… Kanuni’nin Belgrad’ın fethini yönetmiş olduğu, tarihe tanıklık etmiş bir ada aslında. Şu anda ise şehrin, yemyeşil doğasıyla en büyük ve en güzel ayakları yay uzat; şöyle bisikletle tur at, ciğerlerine misler gibi oksijeni doldur ve doğanın tadını çıkar köşesi olmuş. Parkı hakkıyla gezmek, tadını çıkarmak gerçekten bir gününüzü alıyor. Aslında yazın aklınıza gelecek her türlü spor aktivitesinin yapıldığı bu park, kış aylarında sadece bir dinlenme köşesi haline gelmiş. Biz de öyle yaptık. Nehir kenarında harika bir havanın tadını canlı müzik eşliğinde çıkardık. Bol bol doğa yürüyüşü yaptık. Ada çocuklar için çok keyifli tabii… Küçük Gezgin erken saatlerde gittiğimiz adanın tadını güneşi batırdıktan sonra bile hala sürüyordu. Bence gün batımını en güzel izleyebileceğiniz yerlerden biri olan bu adaya gidip doya doya vakit geçirin.
Sırbistan’a sadece Belgrad’ı gezme hayaliyle gitmişken; bir baktık ki 3. gün Belgrad bizim için bitmişti bile. Belgrad, Batı Avrupa şehirlerine göre daha geri kalmış, tarihi yapılarını uzun süren savaşlardan dolayı koruyamamış, ama güzel doğasıyla ve ufak ayrıntılarıyla bizim sevdiğimiz bir yer oldu. Buraya beklentiyi çok tutmadan, göreceği şeylerin ayrıntısıyla mutu olacak şekilde gidin. Biz Küçük Gezgin ile Belgrad’dan çok keyif aldık. Eminim siz de güzel anılarla döneceksiniz.
Keyifli bir gezi olmuş.