KÜÇÜK GEZGİN İSTANBUL’DA
İSTANBUL’DA BİR KÜÇÜK GEZGİN…
Küçük Gezgin Çakıl ile doğduğundan beri Türkiye, Avrupa ve Amerika’da onca şehir gezmişken İstanbul bir türlü kısmet olmamıştı. Her sene harçlıklarını tatil planları için biriktiren Çakıl’ın bu seneki rotası İstanbul oldu. Bana da her zamanki gibi bilet almak düştü tabii. Yalnız bu sefer gezi planını yaparken artık 8 yaşında olan Çakıl’ın özel isteklerine öncelik vermek de boynumun borcu oldu. Çocukla İstanbul ‘u yaşamak da ayrı bir keyif oldu…
Bizim kasaba hayatı sürdüğümüz büyükşehir görünümlü İzmir’imizin yanında İstanbul bambaşka bir dünya elbet. O yüzden gün gün hatta neredeyse saat saat yapılacakları ve gezilecek yerleri planlamak durumunda kaldım. Ne de olsa günün en az 3 saati yolda geçecekti. O yüzden 1 haftalık tatil planını hazırlamam neredeyse 3-4 günümü aldı diyebilirim. Diyeceksiniz ki “Amerika’yı yeniden mi keşfediyorsun Sema? Uçakla bir saatlik yol, yine gider gezersin.” Ama ben her gittiğim yere “bir daha ya yolum düşmezse” gözüyle baktığım için görmek istediğim, Çakıl’a göstermek istediğim her yeri gezi planına ekledim. Tabii İstanbul deniz, derya… Bir haftada bitirmek mümkün olmasa da hiç yoktan iyidir deyip listemizdekilerin üstüne çizik atabildik.
Çakıl ile havaalanından iner inmez soluğu Taksim’de aldık. Benim bile en son gördüğüm halinden çok daha değişikti elbet… Fazlasıyla beton dolu olan meydandan Gezi Parkı anılarımızı anlatarak Beyoğlu’na geçtik ve daha adım atar atmaz Beyoğlu’nun simgesi olan tramvayda bir fotoğraf çekilip kestane kokusunu takip ettik. Ne de olsa sıcacık kestane buz tutmuş parmaklarla yenirdi. Biz de soğuğun pek uğramadığı şehir olan İzmir’de bu keyfi hiç süremiyoruz. Ufak bir kese kağıdındaki kestane beni ta Ankara ayazındaki çocukluğuma götürdü.
Beyoğlu’nda gezinirken Çiçek Pasajı’nda bir fasıl yapmak isterdim tabii ama çocukla gezdiğinizde bazı şeylerden fedakarlık etme gerçeği suratınıza çarpıveriyor:) Ama yine de içine girip şöyle bir gezdirdim kızımı. Artık on sene sonra geldiğimizde belki aynı masada karşılıklı oturarak şarkılara eşlik ederiz…
Çiçek Pasajından sonra ST. Antuan Kilisesi’ne girdik. Kilisede hala Christmas zamanından kalma süslemeler durduğu için Çakıl’ın çok hoşuna gitti. Mumlarımızı yakıp dileklerimizi de diledikten sonra ünlü Cezayir Sokağına gittik. Gündüz bomboş olan mekanlar gece tıklım tıklım dolacaktır elbet ama benim yıllar önce geldiğim o entelektüel sokaktan bence geriye pek de bir şey kalmamış. Beyoğlu sokaklarında gezine gezine, Galata Kulesi’ne kadar yürüdük. Buz gibi havada, uzunca bir süre sırada beklediğimiz kulenin önünde imdadımıza sıcacık salep yetişti. Biletlerimizi alırken simülasyon helikopter uçuşuyla İstanbul’u gökyüzünden görebileceğimizi de söylediler. Biz de tabii bu güzel teklife hayır demedik. 528 yılında yapılan ve dünyanın en eski fener kulelerinden biri olan Galata Kulesi tabii ki zamana yenik düşmüş ve tekrar tekrar yıkılarak üstüne yenisi konmuş. Yani sıra beklerken dokunduğumuz duvarlar kulenin en son restore edilmiş halinden kalma.
İstanbul deyince herkesin aklına gelen ilk simgelerden biridir kule. Ehh instagram da Galata Kulesi fotoğraflarıyla yıkılır her dolunayda. Benim ise hafızalarıma “İstanbul Kanatlarımın altında” filmiyle kazınmıştı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne göre Hezarfen Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nden Üsküdar’a yaptığı kanatlarla uçar. Gerçi son zamanlarda pek çok tarihçi bunun sadece bir efsane olduğunu söylese de, benim çocukluğumda ağzım bir karış açık dinlediğim bu hikayeyi Çakıl’a tam da kulenin merdivenlerinde anlatmak çok hoşuma gitti doğrusu.
360 derece İstanbul’a hakim konumuyla daracık olan terasında yürümek, her baktığında başka bir detay görmek, martıların bu güzel manzaraya eşlik etmesi bizim için çok güzel bir deneyim oldu. Floransa’da, Paris’te, Bolonya’da, pek çok Avrupa şehrinde nerede bir kule görse tırmanmış olan biri olarak söylüyorum ki İstanbul’un manzarası başka hiçbir şehre benzemiyor. Ve insanın biraz da içi yanmıyor değil elbet. Bu medeniyetler şehrini nasıl bir şehircilik anlayışıyla katletmişiz, o tarihi yapılar nasıl çirkin binaların arasına hapsolmuş anlamak mümkün değil… Biz Çakıl ile manzaranın tadına doyduktan sonra helikopter simülasyonuna kulenin daracık koridorlarından geçerek ulaştık. Simülasyonda drone ile İstanbul’un en özel mekanlarına girilerek çekim yapılmış. Ben ani geçişlerden dolayı çok başarılı bulmasam da Çakıl çok beğendi. Yani çocukla gidiyorsanız güzel bir deneyim olacaktır.
Galata Kulesinde bir Kafe ve bir de restoran hizmet veriyor. Restoran tarafı daha lüks olup akşamları hizmet verse de kafe kısmı, kuleyi gezdikten sonra bir şeyler atıştırmak için güzel bir seçenek olabilir… Biz yeni bir mekan görelim istedik ve Galata Kulesinden sonra Karaköy’e doğru yola koyulduk. Karaköy’e gelir gelmez Kamondo Merdivenleri’ne gittik. Aslında bir zamanların ünlü ailelerinden biri olan Kamondo ailesinin çocuklarının okul yolunu daha kolay gidebilmeleri için yaptırılan merdivenler, James Bond film çekimleri sırasında keşfedilince ünlü olsa da, henüz San Fransisco’daki Lombard kadar ünlü olamamış. Biz yine de bu ilginç dizaynlı merdivenleri görmeye gittikten sonra, İstanbul’un değişen yüzü Karaköy sokaklarında akşam saatlerinin tadını çıkarıp kendimize yeni moda olan ev yapımı hamburger ödülü verdik.
< Çocuk Eğlence Merkezleri Kidzania, Sealife, Legoland Discovery Center, Jurrasic Land…>
Ertesi gün, İstanbul planı yaparken Çakıl tarafından listenin en başına büyük harflerle yazılan Kidzania için sabahın erken saatlerinde yola koyulduk. Akasya alışveriş merkezinin altında ufak bir çocuk şehri kurmuşlar resmen. Çok güzel olduğunu duymuştum ama açıkçası bu kadarını ben bile beklemiyordum. Aslında Kidzania’dan çıktıktan sonra başka bir yere uğrama planım olmasına rağmen, Çakıl’a bu haksızlığı yapamayacağımı fark edince, aldım elime bir çay ve onun eğlenmesinin keyfini sürdüm. Doktordan gizli ajana, polisten itfaiyeciye, benzinciden kargocuya, gazeteciden tiyatrocuya, kasiyerden çikolata ustasına kadar aklınıza gelecek her türlü mesleği yaşayarak öğrenebildikleri, çalışarak kendi paralarını kazanıp diğer atölyelere kazandıkları paralarla girebildikleri bu çocuk kentinde ben bile çocuk olmak istedim. On saatimizi geçirdiğimiz (yanlış okumadınız tam on saat) bu harika çocuk eğlence merkezi İstanbul’daki bir günümüze mal olsa da, maksat Çakıl’a İstanbul’u gezdirmek olduğu için çok da üzülmedim. Nitekim İstanbul’un yanında köyden hallice olan İzmir’imizde çocuk mekanlarına hasret yaşıyoruz.
Ertesi gün Çakıl’ın listesinde olup da yine İzmir’de hasretini çok çektiğimiz akvaryum için sabahın erken saatinde yollara düştük. Çakıl ve benim için bu yolculuk bile özel bir anı oldu. Ne de olsa Türkiye’nin ilk denizaltı tüneli Marmaray’dan geçecektik. Gerçi denizin altından gittiğini trendeki resimden anlıyorsun ama olsun! Çakıl baya bir hayal kurmuş meğer tünelden geçerken denizaltını göreceğiz diye. Ben buna şaşıradurayım, İzmir’e döndüğümüzde babamın da aynı beklentisi olduğunu duyunca epey bir güldüm.
Marmaray ve metro sayesinde oldukça pratik bir şekilde ulaştığımız Forum İstanbul’a adımımızı atar atmaz Sealife’a gittik. Aslında İstanbul’da bir de Florya’da akvaryum var. Ancak bizim Sealife’ı tercih etmemizin nedeni aynı bina içinde Legoland Discovery Center ve Jurrasic Land’in de bulunmasıydı. Bir taşla üç kuş vuralım ki trafikte kaybolmayalım istedim. Ne de olsa gezecek daha çok yer var. Sealife çocuklara da yetişkinlere de hitap eden, akvaryum tünelinde vaktiniz varsa bolca huzura doyabileceğiniz Avrupa standartlarında bir akvaryum. Çakıl kendi çizdiği denizyıldızının akvaryum simülasyonunda yüzerken görünce çok eğlendi mesela. Pek çok deniz canlısını görebildiği gibi, tünelde köpekbalığı ve vatozları yakalama oyunu oynadı. Ama sanıyorum ki en çok keyif aldığı şey denizyıldızlarını eline alarak onlara dokunma şansına sahip olması oldu.
Biz Sealife’tan sonra Lego Land Discovery Center’a geçtik. Burası Avrupa’daki Lego Landlerin mini minnacık bir kopyası kıvamında. Aslına bakarsanız biz Berlin sokaklarında bile daha çok legodan yapılmış heykel gördük ama buna rağmen yine de çok güzel. Güzel çünkü en azından çocuğunuzu götürebileceğiniz, onu yeni şeylerle tanıştırabileceğiniz, Legoların içinde kendilerini kaybedebilecekleri bir yer var İstanbul’da. Aslında İstanbul’un hakkı kocaman bir Lego Land olsa da, burayı önemli bir adım sayıyorum ben. Özellikle küçük çocuklar ve lego severler için saatlerini geçirebilecekleri bir dünya. Belli saatlerde de çocuklar için harika çocuk atölyeleri düzenliyorlar. Sinema saati geldiğinde ise 4D bir lego filmini izleyebiliyorsun ki çocuklar filmdeki efektleri birebir yaşayınca inanılmaz eğleniyorlar. Lego Land üst katındaki kafesinde dinlenme imkanı sunarken ufak çocuklar içinde oyun parkı yapmayı unutmamışlar.
Lego Land’den sonra yine aynı alışveriş merkezinin içindeki Jurrasic Land’e gittik. Buranın şöyle bir avantajı da var. Bilet aldığınızda aynı gün içinde alışverişinizi yaparken tekrar tekrar giriş hakkı tanıyor size. Bu da çocuklar ve aileler açısından büyük kolaylık. Buraya girdiğinizde sizi bir görevli belirli saatlerde turla gezdiriyor. Bu tur saatlerini yakalamanız gerekiyor çünkü aksi takdirde mekan dinozorlu bir oyun parkından öteye gidemiyor. Turda değişik türde dinozorları tanıtırken, aynı zamanda çocukları eğlendirecek şekilde de olayı kurgulamaya çalışmışlar. Simülasyon kısmının biraz daha uzun olsa tadından yenmeyeceğini düşünen Çakıl ile koca bir günü bu üç güzel mekanı ziyaret ederek bitirdik.
Çocukla Müzeler…
Yeni güne yine elimizde simitler, erkenden başladık. Sırada Çakıl’a çok ama çok göstermek istediğim, benim de hiç görmeyip merakla yollara düştüğüm Barış Manço’nun Evi ve Oyuncak Müzesi var. Barış Manço’nun evine giderken Kadıköy- Moda hattındaki tramvaya binmek de ayrı bir güzellik oldu Çakıl için. Barış Manço’nun benim çocukluğum ve gençliğim üzerindeki etkisi tartışılmaz. Ne de olsa onun “Adam Olacak Çocuk” programıyla büyüyen neslin çocuğuyum. Ve gezgin ruhumda onun her gittiği şehrin nüfus tabelasına koyduğu artı bir rakamının etkisi var. Ve tabii aşklarım, hayal kırıklıklarım, gözyaşlarım ve sevinçlerimde hep şarkılarının izleri var. Benim hayatımdaki etkisi büyük orası kesin de bizim Çakıl’ın da en sevdiği Türkçe şarkılar hep Barış Manço şarkıları olunca Çakıl da büyük bir heyecanla yollara düştü. Apartmanların arasında bir kardelen gibi duruyor Barış Manço programını izleyen herkesin hafızasına kazınan “81300 Moda” adresindeki ev… Gördüğümde “ahh dedim bir zamanlar bu sokaklar böyle güzel evlerle süslüymüş…”
Daha kapısından içeri girerken bahçede gördüğümüz domates, biber ve patlıcan figürleriyle biz şarkı söylemeye başladık bile ama birden bu şarkının bir “aşk şarkısı” olduğunu söyledim Çakıl’a. Defalarca dinlemişti aslında ama onun aklı hep nakaratta olduğu için fark etmemişti bir aşk şarkısı olduğunu. Barış Manço’nun balmumu heykelinin de bulunduğu, pek çok özel eşyasını, antika eşyalarını, yaşam alanını ve en önemlisi yaptığı kayıtların arşivlerini görebileceğiniz çok özel bir müze burası. Zevkle döşenmiş, pek çok anıya tanıklık etmiş, ahşap merdivenlerden her bir kata çıkarken hafif bir şarkı duyduğunuz özel bir ev…
Barış Manço’nun evinden sonra benim görmek için yanıp tutuştuğum, Çakıl’a göstermek için inanılmaz heyecanlandığım Oyuncak Müzesi’ne gittik. Hep Sunay Akın’ın hikayelerinde dinlediğim, merak ettiğim oyuncaklar ve daha da fazlası hatta çok çok fazlası şehrin göbeğindeki bir evde toplanmıştı. Tam bir koleksiyon aşkının ürünü bu müze. 1800’lü yıllardan bu güne pek çok ülkede üretilen ve çocukların hayatlarına tanıklık etmiş, onların yaşamlarının en önemli parçaları olmuş binlerce oyuncağı bu müzede bir arada görmek mümkün. Çakıl hayran hayran her bir oyuncağı dikkatlice incelerken ben ise resmen kendimi kaybettim. Çünkü hiçbir oyuncak aslında sadece bir oyuncak değil benim için. Her biri o dönemin, o ülkenin kültürel, ekonomik ve hatta politik yaşamının bir göstergesi. Her bir oyuncağın sosyolojik bir değeri var aslında. İşte ben tam bu düşüncelerle boğuşurken, Fransız okulunu temsil eden 1910 yılının oyuncağında cezalandırılan ve yüzünü kapatmış bir çocuğu gören Çakıl “okul çok güzelmiş ama çocuk çok mutsuz görünüyor” deyince, “işte dedim benim kızım, ayrıntıları hiç kaçırmıyor.”
Oyuncak Müzesindeki her bir odanın aslında bir hikayesi var. Tren odası, asker odası, hastane odası, uzay odası… Oyuncaklardaki detaylar ise inanılmaz. Hitler’in beyin yıkamak için yaptırdığı oyuncaklardan tutun da, Disney’e ilham veren fare oyuncağa, hastane oyuncaklarındaki tuvalet detaylarından tutun da, pastane oyuncaklarındaki ürünlere kadar her bir ayrıntı oyuncaklara ince ince işlenmiş. Oyuncakları incelediğinde insan adım adım savaşlar, sanayi devrimi ve modern çağı oyuncakların gözüyle yaşıyor resmen. Ülkeler arasındaki ekonomik farklılıkların oyuncakların kalitesine nasıl yansıdığını da çok net olarak görüyorsun. Avrupa’da bu bahsettiğim ayrıntılarla işlenmiş harika oyuncaklar üretilirken, Türkiye oyuncakları plastik oyuncaklar ve bez bebekten öteye gidememiş.
Oyuncaklardan en çok dikkatimi çekenlerden biri de aslında Sunay Akın için çok özel olan bir oyuncak oldu. Kendisinin sünnet fotoğrafı çektirirken ağlamaması için eline tutturulan ama fotoğraf çekimi bittikten sonra elinden alınan ve uzunca süre gözyaşı dökmesini sağlayan oyuncak gemi “Neptün” ü 37 yıl sonra Almanya’daki bir antikacıda bulup müzede o 5 yaşındaki fotoğrafıyla birlikte sergilemesi tüylerimi resmen diken diken yaptı. Belki de Sunay Akın’ın oyuncak aşkının temelinde Neptün’ün yıllar önce elinden alınması yatıyordu, kim bilir? Ama neden ne olursa olsun iyi ki böyle bir müze var ülkemizde. Her odasından, her oyuncağından ayrı keyif aldık. Kafesinde ben kahvemi içerken Çakıl da ahşap boyama atölyesine katılarak harika bir gün geçirdi. Oyuncak Müzesi Çakıl’ın da benim de hafızamıza kazındı diyebilirim. İyi ki Sunay Akın… İyi ki varsın!
Müzeden çıkınca, İstanbul’un en sevdiğim yerlerinden biri olan Büyükada’ya götürmek istedim Çakıl’ı. Atladık vapura, aldık elimize bitki çayımızı, saçlarımızı savura savura adalar yolculuğu yaptık. Buz gibi havada vapurun dışında olan iki deli sadece ben ve Çakıl idik ama vapurun keyfi de içerde çıkmaz ki? Biraz üşüdük ama değdi doğrusu. Harika bir yolculuktan sonra Büyükada’ya adım attık. En son on sene önce geldiğim Büyükada değişmişti tabii… Sokaklarda bisikletten çok motosiklet görünümlü elektrikli bisikletler vardı artık. Yaşanan at ölümlerinden sonra çok tepki gören faytonların sayısı oldukça azdı ve neredeyse kimse faytona binmiyordu… Evler kış sessizliğine bürünmüş, pek çok dükkan kış uykusuna yatmıştı. Ama her şeye rağmen, sessizliği, huzuru, kitaplardan fırlamışçasına karşıma çıkan perili köşkleriyle Büyükada bize aradığımızı sundu. Sokaklarda gezerken çocuğuma “aman dikkat araba geliyor” demek zorunluluğunda olmamak ne harika bir duyguymuş meğer!!! Bir gece kaldığımız ada, İstanbul’da en çok üşüdüğümüz günü bize yaşatsa da sunduğu huzurla kendini affettirdi diyebilirim.
Ertesi gün yine erkenden yollara düştük. Vapurdan iner inmez Galata Köprüsü’nde yürüyüş yapıp, sıra sıra dizilmiş balıkçıların balık tutmalarını izledik. Sonrasında istikamet Koç Müzesi oldu. İzmir’deki Key Museum’a hayran kalmış ana-kız ikilisi olarak Koç Müzesi’nde mest olduk diyebilirim. Klasik arabalardan kayıklara, trenlerden eski bilgisayarlara kadar pek çok şeyi görmenin mümkün olduğu müzede çocuklar için bilim müzesini andıran ufak bir etkinlik yeri de yapmışlar. Çocuklar kadar biz yetişkinler de burada eğlendik. Müzede aynı zamanda Koç firmasının üretmiş olduğu arabalardan traktöre, bulaşık makinasından çamaşır makinasına kadar pek çok teknolojik eşyanın da nasıl çalıştığı çocuklar için çok güzel anlatılmış. Bizim saatin nasıl geçtiğini anlayamadığımız müze insanın bir tam gününü alıyor.
Çocukla Tarihi Yerler
Ertesi gün Dolmabahçe Sarayı yollarına düştük. Çakıl’ın Atatürk’ün yaşadığı ve hayata gözlerini yumduğu yer olan Dolmabahçe Sarayını gezerken ki heyecanı görmeye değerdi. Müze girişinde çocuklar için özel olarak hazırlanmış olan sesli rehberi kulağına takar takmaz odaları gezmeye başladı. Görevlilerin Çakıl’ı çok sevmesinden dolayı Atatürk’ün hastalığı döneminde özel olarak yapılmış olan asansörü de bize göstermeleri gezimizi daha da anlamlı yaptı. Dolmabahçe Sarayı 285 odası, 55 salonu ve 6 hamamıyla Osmanlının en güzel saraylarından biri olsa da, Atatürk’ün yaşamının son zamanlarına tanık olmasından dolayı bizim için daha farklı bir değer taşıyor. Hastane odasına dönüştürülmüş odası, yaşama veda ettiği yatak, son kullandığı ilaçlar… Hepsi Çakıl’ı ve beni derinden etkiledi.
Ve Dolmabahçe’den sonra bizi bekler Ortaköy…
Son günümüzü ise tarihi yarımadaya ayırdık. Blogger dünyasının bana kazandırdığı iki dostum olan Küçük Dünya Yaprak , yeğeni ve Çakıl’ın “kankası” Yasemin, Pustodünya Şükran ile birlikte yollara düştük. Topkapı Sarayı‘ndan başladığımız gezide sarayın pek çok bölümünün tadilat nedeniyle ziyarete kapalı olması, bizi hayal kırıklığına uğratmadı değil. On sene önce ziyaret ettiğimde çok daha fazla keyif almış, hemen hemen her yeri açık olan sarayı hayranlıkla gezmiştim. Yani kaşıkçı elmasını ve sarayın en güzel odalarını göremeyeceğimiz için üzülsem de, elimizdekiyle idare edeceğiz artık deyip müzeyi öyle gezdik. Harem kısmına ayrı bir ücret ödenerek girilen saray, oldukça gösterişli ve büyük olduğu için Çakıl ile sesli rehberlerimiz kulaklarımızda gördüklerimizin keyfini sürdük.
Sarayın Has Odası’nda bulunan Kutsal Emanetler Bölümünde,16.yüzyıldan 19.yüzyıla kadar Osmanlı Padişahlarına gönderilen dini eserler bulunuyor. Hilafetin Osmanlı’da olmasından dolayı, Hz. Muhammed’in hırkası, sakalı, oku, kılıcı, Hz. Musa’nın asası, Hz. Davud’un kılıcı gibi Müslümanlar için çok kıymetli olan eserler burada sergileniyor. Fatih’in İstanbul’u keşfiyle inşa edilen saray tam 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olarak kullanıldığı için, Osmanlı dönemini en güzel yansıtan saraylardan biri olan Topkapı, Muhteşem Yüzyıl dizisinin Arap ülkelerinde yayımlanmasıyla büyük bir ilgi odağı olmuş. Arap turistlerin yoğunlukta olduğunu görünce duruma pek de şaşırmadım o yüzden. Tabii bizim tarihi yerlerimizi gezdiğimizde hem çok etkileniyorum hem de daha iyi koruyabilirdik diye iç geçiriyorum. Keşke… Keşke çok daha iyi koruyabilseydik.
Topkapı Sarayı’ndan çıkınca rotamız Yerebatan Sarnıcı oldu. Benim de daha önce görmediğim ama Dan Brown’ın “Cehennem” kitabından uyarlanan filmi izledikten sonra, daha da çok görmek istediğim sarnıca gittiğimizde restorasyondan dolayı içerde su bulunmadığını öğrenince, biraz dudak bükmüş olabiliriz. Ama içerisi o kadar büyüleyici ki, girdikten sonra içeride su varmış yokmuş pek de umurumuzda olmadı açıkçası. 5.yüzyılda Bizanslılar tarafından yapılan 140 metre uzunluğundaki sarnıçta zaman zaman harika konserler veriliyor. Buraya gelince “Ahh dedim keşke bir tanesine denk gelseydik!”
İçeride bulunan 9 metre yüksekliğindeki 336 sütun o kadar gösterişli görünüyor ki ,insanın hayran olmaması elde değil. Sarnıcın keşif hikayesi de oldukça ilginç aslında. 15.yüzyıl ortalarında Bizans kalıntılarını incelemek için İstanbul’a gelen Hollandalı bir gezgin, Ayasofya civarlarındaki evlerin zemin katlarındaki deliklerden kovalarla su çektiklerini fark edip evlerden birinin avlusundaki merdivenlerden aşağı inerek sarnıcı keşfeder. Sandalla gezip ölçülerini çıkarır ve bulduğu bilgileri seyahatnamesinde yazar. Pek çok insanın ve tabii Çakıl’ın da dikkatini Medusa başının bulunduğu sütun çekti. Nereden geldiği bilinmese de, sarnıca hava kattığı bir gerçek.
Yerebatan Sarnıcını gezdikten sonra Tarihi Sultanahmet Köftecisi’nde köftelerimizi yiyerek enerji topladık. Ne de olsa daha günün bitmesine çok vardı. Köfteler yendikten sonra ise, 1864’ten beri tarihin en iyi lokum ve baklavacılarından biri olan, Hafız Mustafa Lokumcusuna gittik. Çakıl için de benim için de lokum deyince akan sular durur. Hal böyle olunca ,avuç avuç lokum yedik ama o da yetmedi, hayatımda yediğim en güzel fıstık sarmalarını da mideye indirdik. Sultanahmet’e gelince buraya uğramamak büyük hata olur…
Yedik, içtik, enerjiyi topladık ve Ayasofya’ya doğru harika bir yürüyüş yaptık. Topkapı’nın açık olduğu gün Ayasofya’nın kapalı olması ziyaretçiler için tam bir kabus! Nasıl böyle bir düzenleme yapmışlar anlamak mümkün değil. Çok göstermek istediğim Ayasofya’yı ancak dışarıdan görmek kısmet oldu Çakıl’a. Tüm depremlere tüm felaketlere rağmen, ara ara yıkılıp yenilenmesine rağmen, neredeyse 16 yüzyıldır tüm görkemiyle ayakta duran Ayasofya, Fatih’in İstanbul’u keşfiyle İslami unsurları da bünyesinde barındırmaya başlamış. Önce camiye sonra müzeye çevrilen, tüm dünya tarihi açısından çok önemli olan bu yapıyı biz gezemedik.
Ama aslında gündüz gezseniz bile benim methini çok duyduğum gece düzenlenen özel turlara da katılmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Dergimizin editörlerinden Saffet Emre Tonguç’un anlatımıyla Ayasofya’yı gece gezmenin tadına doyum olmaz diye düşünüyorum… (Benim bu yazım Tourmag Dergisi‘nde yayımlandıktan sonra yazımı okuyan Saffet Emre Tonguç beni bu gezisine katılmam için beni davet etti. İzmir’den atlayıp koşa koşa gittiğim bu gezi, hafızalarıma kazınan bir gezi oldu. Bu gezi hakkında da mutlaka detaylı bir yazı hazırlayacağım ancak kısaca kaçırmamanız gereken bir tur olduğunun altını çizeyim:))
İstanbul’un yedi tepesinden biri olan Sultanahmet Meydanı’nda etrafa baka baka gezerken burasının 2.yüzyılda Romalılar tarafından hipodrom olarak inşa edildiğini öğreniyoruz. Hem hipodrom hem de eğlence merkezi olarak kullanılan meydanın, bir tarafında Ayasofya, bir tarafında Sultanahmet Camisi ve Külliyesi, ortasında ise Dikilitaş, Alman Çeşmesi ve Yılanlı Sütunu görmek mümkün. İçerisindeki mavi İznik çinilerinden dolayı özellikle yabancıların “Blue Mosque” olarak adlandırdıkları cami, Mimar Sinan’ın öğrencisi tarafından inşa edilmiş. Camide toplam 21bin 43 adet İznik çinisinin yer aldığını duyunca, neden Mavi Cami dediklerini çok daha iyi anladım. Hem turistlerin hem de İstanbulluların akın akın gittiği bir cami olan Sultanahmet Camisindeki insan yoğunluğu neredeyse hiç azalmıyor diyebilirim.
Biz İstanbul’a gelmişken, yeğenimin de müzisyenlerinden olduğu Doğuş Çocuk Orkestrası’nın “Mozart’ın Sihirli Dünyası Müzikali”ni izlemek için de yine yollara düştük. Hem İstanbul’da yavaş yavaş yağan yağmurun tadını yürürken çıkarmış olduk hem de konser öncesi ve sonrasında Uniq İstanbul’da buz pateni yapanları izleme şansını yakalamış olduk. Türkiye’de konservatuarlardaki özel yetekli öğrencilerden oluşan Doğuş Çocuk Orkestrasının gösterisinde Çakıl hem çok mutlu oldu, hem de ablasıyla gurur duydu.
Tarihi yarımadada, Aya İrini Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi, Haseki Hamamı ve Gülhane Parkı diğer önemli gezilecek yerler. Biz hepsini ancak dışarıdan görebildik; ne de olsa her günün bir sonu vardı ve daha önümüzde Mısır Çarşısı ve Kapalı Çarşı vardı. İstanbul’da Çakıl’ı gezdirmek istediğim en özel yerlerden olan bu iki çarşıyı da hava kararana kadar gezerek aslında İstanbul gezimizi de sonlandırmış olduk. Bir daha İstanbul’a bir gezi düzenleyecek olursak listemize Süleymaniye, Ayasofya, Miniatürk, Arkeoloji Müzesi, Eyüp Sultan Camii, İstanbul Surları, İstanbul Modern Sanat, Yıldız Sarayı, Sakıp Sabancı Müzesi, Heybeliada, Fener ve Balat ile Madame Taussauds müzesini ekledik. E daha ne olsun?
İstanbul’a nasıl gidilir?
Hemen hemen her şehirden uçakla gidebileceğiniz İstanbul’a, uçak biletlerini önceden alırsanız artık neredeyse otobüs fiyatına uçmak mümkün.
İstanbul’da nerede kalınır?
İstanbul oldukça büyük ve dağınık bir şehir. Nereleri gezmek istediğinize bağlı olarak, konaklayacağınız oteli seçmenizde fayda var. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim ki, hemen hemen görülmeye değer tüm yapılar Avrupa Yakası’nda bulunuyor. O yüzden kalacağınız oteli bu taraftan seçmeniz, ulaşım sürenizi oldukça azaltacaktır. Seçeceğiniz otelin toplu taşımaya yakın olmasına da dikkat edin derim.
İstanbul’da ne yenir?
Yıllar önce ıslak hamburgeri ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Eğer tatmadıysanız yemeden geçmeyin. Balık ekmek yemek İstanbul’da adettendir, demedi demeyin. Ehh Sultanahmet’e yolunuz düşerse de köfte ve lokum yemeden dönmeyeceksiniz artık. Et restoranları, balık restoranları her yerde var. Kesenize en uygun olanlardan seçmenizde fayda var çünkü fiyatlar arasındaki uçurum baya keskin.
Biz Çakıl ile İstanbul’u gezmekten çok büyük keyif aldık. Her şeye rağmen dünyanın en güzel şehirlerinden biri İstanbul… Medeniyetler şehri, taşı toprağı tarih kokan İstanbul…
“Çocukla böylesine karmaşık bir şehri gezmek zor mu” derseniz, günde 3 saat toplu taşımada geçse de hiç de zor değil. Yeter ki isteyin. Çocuğunuzu böylesine müthiş bir şehri gezme zevkinden mahrum etmeyin…
SEMA TAŞTAN ÇELEPCİ
İyi ki geldiniz. Odanız hazır, her zaman sizi bekliyor 🙂
canım benim çok teşekkür ederim. İyi ki varsın
çok güzel ayrıntılar var bu denli detaylı yazınız için çok teşekkür ediyorum.
Çok teşekkür ederim